DENİZ GEZMİŞ’İN GICIRDAYAN SANDALYESİ

“Ulan içeri düşünce bu sandalye bizi ötecek galiba” derdi Deniz, gıcırdayan sandalyesini gösterip.

Tahtadan bir sandalyesi vardı eski. Sandalyesine sloganlar yazardı, kız isimleri verirdi, sonra çıkardı sandalyesinin üstüne bir miting alanında kurulmuş kürsü gibi kullanırdı. Devrimi aşkla güzelleştirdiği günden beri bir yanı coşkun kıratın kısrak buluşmasındaki tedirginliği, bir yanı da asi mi asi. “Değişim, özgürlük ve tam bağımsızlıktan geçer” deyip yozlaşmış iktidarın ensesindeki soğuk namlularına, bileğinde sert demirlerine aldırış etmeden kalplerde direnç ateşleri oluşturmaya devam ediyordu.

Sandalyesi içeri düşünce öttü mü ötmedi mi, sırrını açtı açtı mı açmadı bilemem ama çember daralınca, çeper kış zemherisine bürünür, işte o an şiirler yazdığın yarin zülüflerine bakarken saçın tellerinden idam ipleri örülme ihtimali yapılmalıydı, muzipçe dahi olsa. Meydanda yükselen her ses mezarda kurulan kafesin darbelerini hızlandırır. Deniz için de böyle, deniz ötesi Martin Luther King için de öyle, Malcolm X için de.

Gelin Deniz’in sandalyesinden birkaç perdelik dünya turnesine çıkarayım sizi. Meydanların uğultusu geceye yayılan fısıltıyla buluştuğunu görün, bir yandan gökgürültüsü ile buluşan şafaklarda umut öbür yandan burunlarda öfke hırıltıları. Kör bıçaklarda boyun can çekişirken ateşböceği masalları anlatamazsınız, dalgaların dansını izlerken günbatımı hasret sözleri ile stratejiler yazamaz, anıların labirenti içinde kaybolup sobe oynamaz, kır güzeline aşk şiirleri yazamazsınız.

Fırtınanın gözü üstünüzde, kırık düşlerle vakit geçiremez yasını tutamazsınız aysberglere çarpan gemilerinizin. Kaderin kesişme noktasındasınız, gözlerinizin içine bakan çocukların kalbine inecek yolu bulmak tarihi bir sorumluluk al yanaklı kızların rüyalarında aşk ateşi gibi diriliş tohumları, kanat çırpan kader inancını oluşturmak göreviniz. İşte o görevi farkında olanlar Kimi sandalyede, kimi kürsüde ama aynı tasa ve aynı parıltı. Aşın denizleri, okyanusları da geçin ve durun bu kürsünün önünde. Siyahi başkanı dinleyin şimdi Deniz yerine. Kaderin kesişme noktasında kurulmuş kürsünün önünde, yanık tarih sayfalarına kendini anlatma vaktinin geldiğini bilen biri.

Martin Luther King. Mikrofona yaklaşıp cebinden çıkardığı beyaz kağıda siyah kelimelere bakıyor önce. Beyazlık bir hiçtir, onu anlamlandıran zıt renk olmazsa. Beyazı anlamlandıran siyah mürekkebin kağıda bıraktığı bildiriyi baktı sonra yüzlerine toplumun. “Bir Hayalim Var” diye başladı. Sessiz fırtınada, fısıltıların savaşı şimdi başlasın. Savaşın yolunu başlatan savaşçı belirler. Karanlıkta ışığı elinde o bulundurur. Gecenin hükmüne kim mühür vuracak bilinmez; dikenli yollara çıkanlar, gecenin efendisi olmak istiyorsa, savaşın da aşkın da melodisini o yazmalı. Martin öyle başlamıştı biraz. “Zincirlerimizden kurtulacağımız zamanı görebiliyorum,” dedi ve “Hakikat ve adaletle yürümek için zamanın hep doğru olduğunu” hatırlattı sonra, ardından ve “Özgürlüğün çanlarının herkes için çalacağına” inandığından bahsetti uzun uzadıya, sonra sözü “Bir gün, her çocuğun kendi potansiyelini özgürce yaşayacağını” umut ettiğine getirdi. Kızgın olduğu topraklardan denize vuran bir elmas çağrıydı bu. İsterse buna yalnız kurdun yolculuğu da deyin.

Zaman hırsızları her şeyi çalabilir ama kahramanların öyküsünü asla. Sessiz isyanın sesini dinleyin lütfen Malcolm X’in.  Malcolm başka bir sandalyeden sesleniyordu bugün. İhanetin zehrini her lider bilir, kavganın gölgesinde kırılgan ittifaklara bakıp yıkımın şarkısını söylemek de mümkün, savaşçının günlüğüne MAT stratejisini yazmak da. Kurtarıcı vuruş gölge generallerin emriyle zaferin haritasını avucuna bırakır aşk savaşçısının. Malcolm ikincisini seçmişti. Muhtemelen o da biliyordu, o da duyuyordu gıcırtısını sandalyesinin ama inadına tutkulu direnişe davet ediyordu. “Geleceğimiz, bizim kendi ellerimizde” deyince Malcolm, “Tam bağımsızlık “ sesiyle kuzey ışıkları gibi ritme duruyordu. Sözlerini Deniz’in sandalyesinden dinliyorum, deniz meltemi gibi Deniz kokuyor. “Bir insanın düşünceleri ne kadar genişse, dünyası da o kadar geniştir” sözünü söylüyor ve elleriyle kitlesine işaret ediyordu, daralmış kafaları yara yara ilerliyor görüyorum. Irkçı kin ve esarete alışmış bir toplum ne kadar yokuşsa Malcolm’un sesi o kadar hafif o kadar hızlıydı. Dalga dalga dağılıyordu ve çarpa çarpa giriyordu pencerelerden içerilere.

Sobaların ucunda üşüyen ellerini ovuşturan siyahi bir gencin avuçlarına ateş düşürüyordu. Kürsünün bir gün onu taşıyamayacağını düşünmek yarının sorunuydu onun için, bugün dirence çağırma günü. Avuçlarını ovuşturan delikanlıyla göz göze gelip ses tonunu yükseltti, “Ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini sözlüğünüzden çıkarın.” Bağlılık kalkanı kurulsun istiyordu sevda siperlerin ardında ve her bir yol arkadaşının Lü Dongbin, Sekiz Ölümsüzler’den biri olmaya çağırıyordu. Saflarda belki Judas Iscariot vardır, belki İsa Mesih’e ihanet eden on iki havariden biri, 30 gümüş karşılığında İsa’yı yetkililere teslim etmek için şarap bardağında şifre yollayan, Loki vardır belki Tanrılar arasında entrika çeviren ve sonunda Ragnarök’e yol açan tanrı, tüm kötülükleri dünyaya yayan Pandora, kardeşi Abel’i kıskançlık vesilesiyle öldüren Cain, Helen’i kaçırarak Troya Savaşı’nı başlatan ve bu eylemiyle hem Helen’e hem de kendi şehrine ihanet eden Paris, Kral Arthur’a ihanet eden ve Camelot’un düşüşüne neden olan güçlü bir büyücü Morgana. Saflarda belki, olmaz demeyin, tam savaşın en çetin yerinde Şövalye Roland’a ihanet ederek onun Roncesvalles’deki ölümüne neden olan Fransız Ganelon vardır. Belki aşka ihanet eden Sigurd. Ama siz yine umutla bakarsınız, umut ararsınız. Kocası Odysseus’un yıllar süren yokluğunda sadık kalmış ve onun dönüşünü sabırla beklemiş bir kraliçe Penelope arar gözleriniz, veya Kral Arthur’a ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’ne mutlak sadakat gösteren, saf ve erdemli bir şövalye Sir Galahad. Bir destan yazmaya hazırlanıyorsanız Sita’ları arayacak gözleriniz. Mağara mağara dolaşıp safına çekecek onları. Öyle yaptı Malcolm, ikinciyi seçmişti. Yüz yüze geldiği gence ilişti gözleri. Delikanlı, ellerini cebine atıp buruşuk bir kağıt çıkardı önce, sonra not etti hızlı hızlı ““If you’re not ready to die for it, put the word ‘freedom’ out of your vocabulary.”

Deniz’in gıcırdayan sandalyesi mi kıtalar dolaşıyor yoksa Malcolm X’in kürsüsü mü sandalyeye dönüşüyor Deniz’in altında, bilemem. Şunu bilirim ki bu düşüncelerin, hayallerin ve bu ideallerin bir kesişme noktasıdır Malcolm konuştuğu kürsü, Deniz’in miting coşkusuna tempo tutan sandalye. Her gıcırdayışı, devrimci liderlerinin seslerini, hayallerini ve mücadelelerini bağırır. Deniz’in sandalyesi, devrimci figürlerin hikayeleriyle doludur. Bazen Avrupa içlerinde bazen, bazen Şili’de bazen buzulları aşar ve çöl sıcağına düşer ama aynı rüzgar aynı heyecanla iner yerlere. Her gıcırdayışında, tarihin derinliklerinden yükselen bir hikayesi var. Ben sandalye diyorum, sen Pegasus’un kanadında sevgilinin yüreğine ateş taşımayı anla. Ben Deniz diyeyim, Luther King, Malcolm X sen Promete anla. Avuçta bir isyan ateşi. Bu sandalyeye oturup İspanya İç Savaşı’nda George Orwell’in gözleriyle bakın, toz ve barut kokan cepheleri; Hindistan’ın bağımsızlık ateşini yakan Subhas Chandra Bose’un cesur yüreğini; ve Afrika’nın yeşil sırlarını saklayan ormanlarda, Patrice Lumumba’nın adalet ve özgürlük için attığı adımları izleyin, bulacaksınız, kare kare, ilmek ilmek… Orwell, kalemiyle diktatörlüğün maskesini düşürdüğünü; her satırı özgürlüğe nasıl can simidi attığını. Bose, bağımsızlık için savaşan bir ulusun umudunu yüreğinde taşımıştı yıllarca; özgürlüğün ancak cesaret ve fedakarlıkla kazanılabileceğini gösterdiğin göreceksiniz. Bitmedi, Lumumba Afrika’n’nın bağımsızlık mücadelesinde, sömürgeciliğin zincirlerini kıran bir öncü olarak tarihe geçti; bu ismi de not edin. Kendi halkının kaderini kendi ellerine almasının sembolü oldu. Usulca doğrulun bu gıcırdayan sandalyeden ve usulca selamlayın.

Deniz’in sandalyesinden 1960’ları izleyin. Siyahi lideri, Malcolm X’i… Irkçılığı sandalyenin ayaklarının altına diz çöktürüşünü, Angela Davis’in sivil haklar için gösterdiği çabayı da takip edin. Bu liderler, Deniz’in düşünce dünyasında sadece tarihi figürler değil, ideallerinin yoldaşlarıydı. Malcolm X’in, “Geleceğimiz, kendi eylemlerimizle şekillenecek,” diyerek vurguladığı gibi, Deniz de kendi kaderini şekillendirmenin peşindeydi. Tam bağımsızlık diyordu parkasını sıkı sıkıya tutarken, kurtarıcı kıvılcım gibi yol arkadaşlarının defterlerine düşüyordu. Bu sandalyeden, 1988’de Myanmar’da demokrasi için sokağa çıkan Aung San Suu Kyi’nin, Güney Afrika’da apartheid karşıtı mücadelede Steve Biko’nun, İtalya’da sosyal değişim için mücadele eden Antonio Gramsci’nin gecelerini sayfa sayfa çevirin. Agire Jiyan şarkısı çalsın ve Deniz’le göz göze gelin. Geç oldu yetişemedim, deyin, veya acele ettin erken gittin. Ülkemin gıcırtısı bin yıllık harebelerden daha boğuk, senin sandalyen ne ki? Ülkemin hapishaneleri can yakan iftiralarla ocaklar yıktı, senin korkuların ne ki?

Deniz’in sandalyesinde otururken hissedeceğiniz, sadece kişisel bir özlem ya da endişeler değil, aynı zamanda tüm bu liderlerin ortak hayallerinin, mücadelelerinin bir yansıması olacak içinizde. Bu sandalye, tarihin farklı dönemlerinden, farklı coğrafyalarından gelen sesleri bir araya getirir sizin için, devrimin ve umudun evrensel dilini konuşur. Özgürlük şafağında ısınan sobanın yanında demli bir çay dumanı alır sizi sizden, gece uyumamış devrim ateşinde kaynayan ezgilerle yelken açmışsınız, uyku tutar mı hiç? Ülkende zemheri varken isyan notaları besleyen dilin ateş dolu sobanın çırağı gibi yakar bir bir kelimeleri. Bir kor kalır dilinizde, sobanın kıvılcımıyla tutuşan isyan marşları. Kahpe düzene, dost yüzüne bürünmüş düşman silüetlerine karşı söylenecek marşlar, sır perdesinin ardında saklı yalanlara, entrika tohumlarında filizlenen ihtiras ve entrika balolarında sevgilinin eline tutuşturulmuş sadakat bardağının içindeki zehirlere söylenecek marş, isyan marşları…

Siz de edin diyorum, siz de… Fikir yobazlarının boyunlarına taktığı iktidar kolyesi ülkemin bin yıllık namusudur. O boyunlarda durdurduğu sürece çıkardığı Deniz’in sandalyesi ayakları altından çekilir, hunharca can verdirilir nice binler üç fideye. Siz sessiz kalırsanız sessizliğe gömülür tüm çağrılar, yankısız kalır çocuk çığlıkları ve suskunluğun ihaneti tac giyer smokinli balolar, cüppeli sarıklı ayinlerde. Yutkunmayın, konuşun; kesik olan direniş notaları hiçbir plakta çalmaz, karanlıkta kaybolan hiçbir isyan özgürlük şarkısına dönüşemez. Sizin elinizde devrilen her sandalyeyi ayağa kaldırmak ve devrilen kürsüye can vermek sizin elinizde. İster boğdurulmak istenen direniş sözlerine çarmıh hazırlasınlar, ister yedi uyurların uykusunu kırk harami şarkısıyla bölsünler; yıkıntıdan yükselecek meşale bizde. Düşenden doğan güneş kadar yakıcı bir sıcaklık yok, istedikleri kadar şubat soğukları estirsin; düşüşten gelen cesaret kadar kan donduran bir soğukkanlılık yok, istedikleri kadar Temmuz tiyatrolarında meydanları ateşe versinler. Sevgilinin saçlarındaki umut örgüsünü bozduramazlar bize. Toy atların düşlerindeki genç kızların delikanlıların yükselişi bu, dağ meltemi gibi fısıltı. Tarihi bilin, bedel ödeyenleri sayayım bir bir, sonra dönüp harlarım yüreğimdeki destanı.

Malcolm X, bir özgürlük şarkısının koro şefiydi; sesi, eşitlik ve adaletin perçemini tarıyordu. İdeallerinin başını dizine dayamış, gözlerini siliyordu; umuttu, cesaretti, direniş türküsüydü aynı zamanda. 21 Şubat 1965’te, New York’taki Audubon Ballroom’da, bir suikastçının kurşunlarıyla sessizliğe büründü. O gün, Malcolm X, kürsüde halkına hitap ederken vuruldu ve bu düşünce özgürlüğüne vurulan bir darbe oldu. O düştü, siz düşmeyin, varsınız hala, on birlele Malcolm…

Martin Luther King, bir barış nehrinin kıyısında yürüyen bir rüya adamdı. Rüyaları, insan hakları ve eşitlik için akan bir nehir gibi engindi King, derindi. 4 Nisan 1968’de, Memphis, Tennessee’de, Lorraine Motel’in balkonunda, onunla göz göze gelemeyenlerin işaret ettiği bir parmakla, bir suikastçının parmağından çıkan kurşunla indirildi. Balkon hala yerinde. Konuşmayı devam ettirecek hatipler bekliyor, bekliyor, merdivenleri üçer beşer yürüyün.

Deniz Gezmiş, genç bir devrimci, ateşin bir özgürlük savunucusuydu. İdam komutanı yüksek perdeden ona seslenmiş: “Deniz, ipin elimde, o sandalyen ayağımın dibinde, çekeceğim ve biteceksin. Senin için bundan daha aşağılık bir durum var mı ve ne geçti eline?” “Komutan, bundan daha ağır bir konu, bir misafirin evimizden çaysız kalkmasıdır. Elime ne geçti konusuna gelince, attığım tohumlar yeşerirse o bana yeter,” demişti. 6 Mayıs 1972’de, Ankara’da, idam sehpasında sandalyesini ayağının altından çektiler, son gıcırtısını duyun ve sehpanın gölgesinde alevlenen isyan gibi olun, ipin soğuk örgülerinde ısıtın bir yürek olun ona ve onunla o sehpaya yürüyen Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’a.

Ona verilen kızların isimleri ve kulaklarına fısıldanan şiirlerin diliyle tutup kaldırıyorum sandalyeyi.

Deniz Gezmiş’ten sonra aynı sehpaya Yusuf Aslan çekildi, ardından Hüseyin İnan. Düşünce suçlusu genç adamın asılmadan önce Avukat Halit Çelenk’ten, yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemeyle bulunduğu ricaya kulak verin: ”Babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı yokmuş diye üzülecek. Ayakkabı bile giyemeden beni apar topar buraya getirildiler. Babama söyleyin, ayakkabım yok diye üzülmesin. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun.” Hüseyin! Deniz demişti ya hani “Aşırı solcudur Aşk. Bu yüzden insanlar sol yanımı hedef alır… Ve aşk bu kadar solcuyken içinden sağ çıkmak imkânsızdır.” Sol yanımızı hedef aldılar, alsınlar. Sağ çıkmak imkânsız biliyorum, sevgilinin yüzüne şiir okur gibi direnişe çağırıyorum, sehpalara, kürsülere, balkonlara. İster vahada susuz, ister sehpada ipe çeksinler, hediyeniz gıcırdayan sandalyenin önünde. Gıcırtısı sizin sesiniz….

Siz de edin diyorum, siz de… Fikir yobazlarının boyunlarına taktığı iktidar kolyesi ülkemin bin yıllık namusudur. O boyunlarda durdurduğu sürece çıkardığı Deniz’in sandalyesi ayakları altından çekilir, hunharca can verdirilir nice binler üç fideye. Siz sessiz kalırsanız, sessizliğe gömülür tüm çağrılar, yankısız kalır çocuk çığlıkları ve suskunluğun ihaneti tac giyer smokinli balolar, cüppeli sarıklı ayinlerde. Yutkunmayın, konuşun; kesik olan direniş notaları hiçbir plakta çalmaz, karanlıkta kaybolan hiçbir isyan özgürlük şarkısına dönüşemez. Sizin elinizde devrilen her sandalyeyi ayağa kaldırmak ve devrilen kürsüye can vermek sizin elinizde. İster boğdurulmak istenen direniş sözlerine çarmıh hazırlasınlar, ister yedi uyurların uykusunu kırk harami şarkısıyla bölsünler; yıkıntıdan yükselecek meşale bizde. Düşenden doğan güneş kadar yakıcı bir sıcaklık yok, istedikleri kadar şubat soğukları estirsin; düşüşten gelen cesaret kadar kan donduran bir soğukkanlılık yok, istedikleri kadar Temmuz tiyatrolarında meydanları ateşe versinler. Sevgilinin saçlarındaki umut örgüsünü bozduramazlar bize. Toy atların düşlerindeki genç kızların delikanlıların yükselişi bu, dağ meltemi gibi fısıltı. Tarihi bilin, bedel ödeyenleri sayayım bir bir, sonra dönüp harlarım yüreğimdeki destanı. 

“Malcolm X, bir özgürlük şarkısının koro şefiydi; sesi, eşitlik ve adaletin perçemini tarıyordu. İdeallerinin başını dizine dayamış, gözlerini siliyordu. Umuttu, cesaretti, direniş türküsüydü aynı zamanda. 21 Şubat 1965’te, New York’taki Audubon Ballroom’da, bir suikastçının kurşunlarıyla sessizliğe büründü. O gün, Malcolm X, kürsüde halkına hitap ederken vuruldu ve bu düşünce özgürlüğüne vurulan bir darbe oldu. O düştü, siz düşmeyin; varsınız hala, on birle Malcolm…

Martin Luther King, bir barış nehrinin kıyısında yürüyen bir rüya adamdı. Rüyaları, insan hakları ve eşitlik için akan bir nehir gibi engindi. King, derindi. 4 Nisan 1968’de, Memphis, Tennessee’de, Lorraine Motel’in balkonunda, onunla göz göze gelemeyenlerin işaret ettiği bir parmakla bir suikastçının parmağından çıkan kurşunla indirildi. Balkon hala yerinde. Konuşmayı devam ettirecek hatipler bekliyor, bekliyor merdivenleri üçer beşer yürüyün.

Deniz Gezmiş, genç bir devrimci, ateşin bir özgürlük savunucusuydu. İdam komutanı yüksek perdeden ona seslenmişti: “Deniz, ipin elimde, o sandalyen ayağımın dibinde, çekeceğim ve biteceksin. Senin için bundan daha aşağılık bir durum var mı ve ne geçti eline?” “Komutan, bundan daha ağır bir konu, bir misafirin evimizden çaysız kalkmasıdır. Elime ne geçti konusuna gelince, attığım tohumlar yeşerirse, o bana yeter” demişti. 6 Mayıs 1972’de, Ankara’da, idam sehpasında sandalyesini ayağının altından çektiler. Son gıcırtısını duyun ve sehpanın gölgesinde alevlenen isyan gibi olun, ipin soğuk örgülerinde ısıtın bir yürek olun, ona ve onunla o sehpaya yürüyen Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’a.

Ona verilen kızların isimleri ve kulaklarına fısıldanan şiirlerin diliyle tutup kaldırıyorum sandalyeyi.

Deniz Gezmiş’ten sonra aynı sehpaya Yusuf Aslan çekilir, yine kaldırıyorum. Sırada Hüseyin İnan vardır. Düşünce suçlusu genç adamın asılmadan önce Avukat Halit Çelenk’ten, yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemeyle bulunduğu ricaya kulak verin: ”Babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı yokmuş diye üzülecek. Ayakkabı bile giyemeden beni apar topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun.”

Hüseyin! Deniz demişti ya hani: “Aşırı solcudur Aşk. Bu yüzden insanlar sol yanımı hedef alır… Ve aşk bu kadar solcuyken içinden sağ çıkmak imkansızdır.” Sol yanımızı hedef aldılar, alsınlar. Sağ çıkmak imkansız, biliyorum. Sevgilinin yüzüne şiir okur gibi direnişe çağırıyorum, sehpalara, kürsülere, balkonlara. İster vahada susuz ister sehpada ipe çeksinler, hediyeniz gıcırdayan sandalyenin önünde. Gıcırtısı sizin sesiniz…

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *