ALICE MUNRO – ÖYKÜKADIN

Şerif Aydın

Kanadalı yazar Alice Ann Munro…

Bir yazarın ömründe alabileceği en değerli ödülleri almış ama bu ödüllerden daha değerli olan ise okuyucularına, Kanada edebiyatını dünya gündemine taşıyacak, 15 öykü kitabı ve bir roman hediye etmiş. Kanada’da kitapları en çok satan yazarlardan birisi olan Munro’nun, bildiğim kadarıyla geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye kazandırılan “Açık Sırlar” ile birlikte, sekiz kitabı çevrilmiş durumda. Dünya Nobel Ödülü’nü almış olmasaydı, belki bu öykükadını tanıma fırsatını yakalayamayacaktı bir çok kitap sever. Eğer daha okumadıysanız, gecikmeden ve arayı daha fazla uzatmadan okumanızı tavsiye ediyorum, eminim beğeneceksiniz. Mesela Can Yayınları’ndan çıkan “Firar” isimli kitabıyla başlayabilirsiniz veya “Bazı Kadınlar” ya da “Boyutlar” ile.

Çehov’un hikâye tarzıyla benzerlik gösteren bir üslubu olan yazar, olayları değil insanları; dönemleri değil anları yazıyor. Onunla, hikâyelerindeki heyecanı kesintisiz yaşarsınız çünkü hikâyeleri uzundur ama sıkılmazsınız, sâdedir öyküleri, hikâyenin uzunluğuna rağmen dili ve temposu sizi yormaz. Bir eleştirmen;

Munro’nun kurgularında, öyküyü kimin, nasıl finale taşıyacağı belli değildir. Kartlarını tek tek açar yazar. Başta birbiriyle ilintisi yokmuş gibi görünen her kart, öykünün tamamlanmasıyla anlam kazanır. Belirsizliklerle olasılıkların kol gezdiği, bağlantıların kesinliğinin ortadan kalktığı bir anlamdır bu. Yazar, şüphenin tohumlarını atıp filizlenmesini sabırla beklemiş, yerleşip boy atmasını izlemeyi ya da hasat almayı okuruna bırakmıştır.” diyerek, tam da anlatmak istediğim betimlemeyi yapmış usta kalem hakkında.

 Peki kimdir Alice Munro?

 Kanada’da doğmuş ve büyümüş olan Munro, kazandığı bir bursla 1949 yılında Batı Ontario Üniversitesi’ne gi-rer. Burada öğrenciyken ilk öyküsü olan “Dimensions of Shadows” (Gölgelerin Boyutları) yayımlanır. Ardından öğrenimini yarıda bırakarak evlenir, Vancouver’da bir banliyöye taşınır ve burada senelerce bir kitabevi işletir. İlk öykü derlemesi “Dance of Happy Shades” (Mutlu Hayaletlerin Dansı) 1968’te yayımlanır ve Kanada Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülür.

2009 yılında kanser tedavisi gördüğünü ve by-pass ameliyatı geçirdiğini söyleyen yazar, bundan üç yıl sonra yaşam dolu bir kitap olan “Dear Life” ile yeniden yazım dünyasına girer.

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin, “Çağdaş hikâyenin ustası.” sözleriyle tanımladığı Alice Munro, taşra yaşamına odaklanan öyküleriyle tanınıyor. 2009’da Man Booker Uluslararası Ödülü’ne de layık görülen Munro’ya, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün ise “Duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyeleri” nedeniyle verildiği açıklanır. Bu “duruluk” vurgusu önemlidir ve gerçekten de bu kelime, onun öykü anlayışını tam olarak yansıtır.

Munro’nun belki de en dikkat çekici yanı, öykü türüne gösterdiği özen, ısrar ve devamlılıktır. On beş öykü kitabına (bir de roman) imza atan Munro, sadece öykü yazılarak da dünya çapında bir yazar olunabileceğini ispatlamıştır. Bu nedenle, onun öykücü kimliğiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması da anlamlıdır.

Size iddialı gelebilir ama okuduğunuzda hak vereceksiniz sanırım, İngilizce kısa öykü konusunda “Yaşayan yazarların en büyüğü”, “Çağımızın Çehov’u” olarak görülen Munro, hep öykü yazmış, (‘Lives of Girls and Women’ novella ya da roman olarak görülebilir.) onlarca öykü… Bazen bir mektupla ya da bir günlük yazısıyla, bazen çıkılan bir yolculukla, bazen belleğin garip oyunlarıyla, bir karşılaşma ya da tanışmayla, hayatın garip bir tesadüfüyle dönülen bir geçmiş bu. Bunun için başarıyla kullandığı kurmaca teknikleri var Munro’nun.

Sâde yazmasıyla Çehov’a yaklaşsa da uzun hikâye yazmayı tercih etmesi ile de Çehov’dan uzaklaşır; çünkü Çehov, kısa öykü yazmanın öykünün bir erdemi olduğundan ve uzunlukta iktisattan yanayken, Munro uzunluk konusunda çok cömerttir. Herkese bir yönüyle yakın ama genel itibarıyla sadece kendisine benzeyen Munro’nun öykülerini, Katherine Mansfield ile Flannery O’Connor arasında bir yere yerleştirmek mümkündür; ama Mansfield’in yoğun anlatımı, betimlemeler ve çağrışıma yaslı kurgusu, onun öykülerinde olmamakla birlikte, seçtiği karakterler, olaylar, durumlar benzerdir.

Bir “kadın yazar” olarak yarattığı kadın karakterleri, sâhici ve yaşayan birer kimliğe büründürmüş Munro. 

Tekrara girmeyecek kadar üretken ve sizi sıkmayacak kadar akıcı bir dili var onun. Mesela özgün adı “Too much Hapyness” olan “Bazı Kadınlar” kitabında, bizi on farklı öykü ve on farklı kadınla tanıştırıyor, onların yaşamına sokuyor. Öykülerinde, bize yabancı olmayan sahneler, davranışlar ve insan hâlleri, Munro’ya özgü, polisiye tadı veren gerilimle sürdürülüyor. Bir söyleşide;

Neden daha çok kadın?” sorusunu;

“Onlar mutfakta daha çok zaman harcadıkları için konuşacak çok şeyleri var.” tümcesiyle açıkladığı kadar basit olmasa gerektir bunun sebebi. Belki bunda, yazarın kadın olmasının da rolü vardır. 

“Her öyküsü roman derinliğinde ve değerinde olan Kanadalı yazar “Öykü sevmiyorum, okuyamıyorum.” diyenlere bile öyküyü sevdirecek ve büyük bir hayranlıkla okutabilecek metinler kaleme alıyor. Son derece sâde ve doğal bir anlatımla, her bir kelimenin üzerinde durarak yazdığı öyküler, bilgece yazılmış birer “modern çağ trajedisi” olarak okunabilir. Bazen bir Yunan trajedisini anımsatıyor anlatı, bazen bir Rus romanını, bazen de Sheakspeare’in dramalarını…

    “Bu söylediklerimi ‘övgü’ olarak görebilir-

siniz ancak bunlar benim uydurduğum değil, Munro hakkında yazılanlardan oluşan bir derleme sadece.” diyor S. Sezer. Sezer’in fazla bir şey söylemediğini düşünüyorum, çünkü hikâyelerini okuduğunuz zaman Munro’nun, sıradan insanların hayatına yeni bir bakış açısı getirdiğini göreksiniz. En son Türkçe’ye çevrilen “Açık Sırlar” kitabında, merkezde kadınların olduğu öyküleri okuyorsunuz mesela. Bu kitapta yazarın kendi öykü evrenini derinleştirmeye devam ettiğini görürsünüz. Kırsal kesimdeki kadın hâlleri, kadınların hayatlarını sürdürme şekilleri, evlilikleri, onların yalnızlıkları, kitabın konusu. Sırtında odun taşıyan kadınlar, evlilik bekleyen kızlar, aldatılan genç kızlar, aşk peşindeki kadınlar gibi konular etrafında dönen öykülerinin merkezinde, hep kadınlar vardır. Burada başarılı olan yönü; tümüyle kadın erkek ilişkilerine odaklanıp, kadınların penceresinden ilişki hikâye edilirken, kadınların dünyasının incelikle işleniyor olmasıdır. Yazarın/anlatıcının kadın olmasının, bu duyguların daha da berraklaşmasını, ayrıntıların ortaya çıkmasını sağladığını görüyorsunuz.

Günümüz dünyasında bir kişi veya bir yazar bu kadar övülüyorsa, belki abartılı bulur veya reklam zannedersiniz ama “Firari”yi okuduktan sonra rahatlıkla “Munro hakkında söylenenler doğrudur.” dersiniz. Sekiz öyküden oluşan bu kitaba “Firar” ismini veren ilk öykü, hayatında ve evliliğinde tıkanmış olan Clara’nın “kaçış çabasını” anlatıyor. “Şans, Yakında ve Sessizlik” Juliet’in yaklaşık kırk yıllık hayatının belli başlı dönüm noktalarını aktarıyor; bir genç kadın olarak çıktığı bir yolculuk, aile evine geri dönüşü ve bir anne olarak kızının hayatından çıkışını. “Tutku”da, Grace’in yirmili yaşlarında, başından geçen tuhaf bir mâceranın hâtırasını okuyoruz. “Hatalar”da, küçük bir kız olan Lauren’in, ailesiyle birlikte yeni taşındığı kasabada, geçmişinin bilinmeyen hikâyesi açığa çıkıyor. 

“Entrikalar” ise Robin’in hayatındaki bir karışıklığın, yıllar sonra ortaya çıkışına tanık ediyor bizi. Son olarak altmış altı sayfayla kitabın en uzun öyküsü olan “Güçler”de, Nancy, psişik güçleri olduğu düşünülen arkadaşı Tessa ve Nancy’nin evleneceği Wilf ile kuzeni Ollie’nin, 1927 yılında başlayan ilişkilerinin, on yıllar boyunca geçirdiği dramatik anların hikâyesini izliyoruz.

Bunların her birisi, hayatın içinde hemen her toplumda sıklıkla görülebilecek yaşamsal sıkıntılar ve kadınların yüzleştiği acı, gerçek olaylar. Belki de yazarı bu kadar etkili kılan bir diğer yönü bu. Munro’ya işlediği konular açısından baktığınız zaman, o her toplumun yazarına benziyor diyorsunuz ama üslûbu açısından Amerikan yazarlarına benzer; çünkü sade, serinkanlı, derin bir anlatımı benimser.

O, öykülerinde olayları aktarırken ve insan ilişkilerine yoğunlaşırken, anlatıcı, müdâhil, yorumcu ve yönlendirici değil, daha çok olay aktarıcı konumdadır ve ilginç olan bir yanı da neredeyse hiç tasvire başvurmadan, durumlar ve olayları sıralıyor olmasıdır. Hikâyelerinde, bolca konuşma ve hareketle örgülenmiş olaylar, okuyucuyu alıp götürür, insanlar bir araya gelir ve daha sonra bir şekilde yolları ayrılır.

Sıradan, yoksul, taşralı ailelerin içerisinde geçen hikâyelerin kahramanlarını, aralarında geçen diyaloglardan tanırsınız, tasvirlerden değil. Aileler kimi zaman, hem kendi içindeki sorunlarla boğuşur, hem de dışarıdaki teh-

ditlerle boğuşurlar; ama bu sıcak ve stresli gibi görünen olay örgüsünde, anlatıcı son derece serinkanlı ve dışarıdan bir gözle hikâyeyi aktarır.

Munro’nun öykülerde anlattığı hayat, daha çok “geç(me)miş hayat” aslında. Sanki şunu fısıldıyor bu metinler bize: “Geçmiş bitmiş bir şey değildir, arkada kalmaz, bugündedir geçmiş…” Karakterlerini birkaç aydan, kırk yıla kadar uzanan bir geçmişe yollayan yazar, o geçmişi tıpkı o gün yaşanıyor gibi ustaca anlatır.

Kanada’daki taşra toplumunda, kadının var olma savaşının mücadelesini yansıtan yazar; onları ölüm, değişmek veya gitmek gibi seçeneklerle karşı karşıya bırakır. Onun, “kadın duyarlı” öykülerinin en sık işlenen temalarından biri, “suçluluk duygusudur.”

Kısacası; Alice Munro’yu okumadıysanız, kendinize zaman ayırıp okumaya başlayın derim.

Edebiyatın dilini sevdiren “ÖYKÜKADIN”ı seveceksiniz…

Yazarın Türkçe’ye çevrilmiş kitapları:

1.Bazı Kadınlar, 2011

2.Çocuklar Kalıyor, 2012

3.Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, 2013

4.Firar ( Kaçak), 2014

5. Sevgili Hayat, 2014

6. Castle Rock Manzarası, 2016

7. Gençlik Arkadaşım, 2016

8. Açık Sırlar, 2017

You may also like...

1 Response

  1. Canan says:

    “ÖYKÜKADIN” ı okudum ve bu vesileyle uzaktan da olsa tanımış oldum. Ümidim o ki eserlerini okuyup öykülerini hissetmek.. Teşekkürler…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *