FIRTINA
Altı Yazar
Soluğu kesilene kadar koşuyor. Arkasına bakmadan kaçıp saklanacak bir yer arıyordu. Peşi sıra sürüklenen korkularını, sanki her an ensesinde belirecek gibi hissediyordu. Kalbi neredeyse yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bir an durup nefesini toparladı. Bu yaşadıkları gerçek olamazdı. Evet evet, hepsi bir kâbus olmalıydı, ama değildi.. Şimdi buradaydı, hâlâ hayattaydı ve gün kararmadan, bu ıssız sahilde sığınacak bir yer bulmalıydı. Gözüne, karşı tepedeki eski bir deniz feneri ilişti. Korkularından kaçarken, bir kâbusun içine düşeceğinden habersiz, yorgun fakat ümitle, sığınağı zannettiği zindana doğru hızla yol aldı..
Attığı her adımda, ayaklarına batan çakıl taşlarının acısıyla beraber, beyninde zonklayan sesleri de hissediyordu;
“Daha hızlı kürek çek!”
“Acele etmeliyiz!”
“Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!”
En son söz, cebini yoklarken daha güçlü zonkladı beyninde. Gözlerinde bir parlayıp bir kaybolan deniz fenerinin ışığının her yanışında, yeni bir sahne belirip kayboluyordu zihninde. Kesik kesik anlamsız sahneler…
Eski deniz fenerine ulaştığında, arkasına dönüp baktı. Kıyıya vuran dalgaların ittiği bir kaç tahta parçası ve fe-
nerle beraber, batan güneşin ışıltılarının yansıdığı köpüklerden başka bir şey görünmüyor, dinmiş fırtınanın uğultusunu şimdi hissediyordu. Tahta kapıyı biraz zorlayıp içeri girdi. Güneşin son ışıklarının aydınlattığı bu yerde ilk duyumsadığı şey, kesif bir kolza yağı kokusuydu.. Evet evet kolza yağı kokusu… Onca hengâmenin içinde bu koku ona, bir an durup “Neredeyim ben?” sorusunu sorma fırsatı sunmuştu. Bütün bu düşüncelerle beyni uyuşurken, bir anda duyduğu ses ile irkildi!
Fenerin içinde ondan başka biri daha olduğunu düşünüp, dikkat kesildi! Sesler alt kattan geliyor gibiydi. Korkarak bir adım ileriye çıktı, bastığı zemin gıcırdıyordu. Bu daha da ürkmesine sebep oldu. Kararsızdı ama yapacak başka bir şeyi yoktu. Bir adım daha attı. Gözüne iki üç metre ileride bir demir parçası ilişti. Tahta zemini gıcırdata gıcırdata ilerledi. Fenerin kubbesinden yansıyan ışık ile bu demir parçasının, aslında alt kata açılan tahta bir kapının kulpu olduğunu farketti. O an üç saat öncesini düşündü. Köpeği Armoni ile kaçak bindiği gemide Amerika’ya gitmek için sabırsızlanıyordu. “Keşke Armoni yanımda olsaydı.” diye düşündü. Keşke zamanı geri alabilseydi. İstemeye isteme-
ye, tahta kapıyı yukarı doğru kaldırdı. Bir anda ortalık toz dumana karıştı. Öksürmek istemiyordu, eğer aşağıda biri varsa kendisini farkedebilirdi. Nefesini tuttu. Kafasını uzatıp aşağıya doğru baktı, dar ve korkunç, demir bir merdiven asılıydı. “Aşağıda ne var acaba?” diye düşünürken, derinden gelen o ses tekrar duyuldu.
Neyse ki sadece rüzgârdı. Derin bir nefes aldı. Son basamağı da indi. İçeriye şöyle bir göz attı. Büyük bir yer altı sığınağıydı burası. İçerisi hafif dumanlı ve loştu. Duvarda asılı eski gaz lambasını farketti. Demek fenerin içine ilk girdiğinde duyduğu kolza yağı kokusu, lambadan geliyor-
du. Biraz daha dikkatli bakınca duvarlarda bir çok re-sim olduğunu gördü. Uzun koridorda ilerlerken, bu resimlerin İnkalardan kalma resimler olduğunu düşündü. Daha önce bu konudaki efsaneleri duymuştu. Resimlerin birinde, Güneş Tanrısı İnti’ye adanan bir lamanın adak töreni görülüyordu. Başka bir resimde güneş, ay, şimşek ve dağlar çizilmişti. Koridorun sonundan daha geniş bir odaya çıktı. Benzer resimler bu duvarları da kaplıyordu. Resimlere dalmışken biri tarafından izlendiğini hissetti.
“Kim var orada?”
Arkasına döndüğünde sesine karşılık bulamadı. Seslenişi uzun ve loş koridorda dalga dalga yayılıp azaldı. İçini bir telaş kapladı. Tekrar seslendi;
“Kim var orada?”
İçini bir korku kaplamıştı, kalp atışları kulaklarında uğulduyordu. Gaz lambasının loş ışığı ve duvarda titre-
yen karartılar ise tedirginliğini daha da arttırmıştı. Sesine karşılık bir ses alamamasının, üzerinde oluşturduğu gerginlikle terlemişti. Deniz fenerinin dar yapısı içinde sıkışmış gibi hissetti. Ayakları olduğu yere çakılıp kalmıştı.
Bir süre sonra, gözü karşı dolaptaki kitaba ilişti. Kitap, şimdi merak duygusunu kendine çekiyordu. Kilitlenen bacaklarını yeniden hissetmeye başladı. Dolaba doğru ilerledi. Cildi yerinden oynamış kitabı eline aldı. Tozunu üfledi. Kitabın üzerinde; “Mahşerin Dördüncü Atlısı / Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” yazıyordu.
Bu kitabı biliyordu. Bilinçli olarak yayılan salgın ve bulaşıcı hastalıkların, toplumlar üzerindeki etkisini anlatan bir kitaptı bu. Sonra gözü kitaplığın yanındaki bölmeye kaydı. Eski usül tıbbî malzemeler, ilkel deney gereçleri ve birçok kolza yağı merhemi gördü. Duvardaki resimlerde de, hastalık ve ölümü çağırıştıran tasvirler ve kolza çiçeği resmi olduğunu hatırladı. Bir grup araştırmacı ile çalışma yaptıkları dönemde, İnca’larla ilgili araştırmalarını anımsadı; Avrupalıların onlara çiçek, frengi ve kızamık gibi hastalıklar getirdiğini ve İncaların bu nedenle çok zayıf bir toplum haline gelerek zaman içerisinde yıkıldığını hatırladı…
Şimdi film şeridi zihninde tekrar oynamaya başlamıştı.
Bütün bunlar, bugün mucize eseri hayatta kaldığı gemiyi sebepsizce alabora edip, onlarca ölüme sebep olanların
S
oluğu kesilene kadar koşuyor. Arkasına bakmadan kaçıp saklanacak bir yer arıyordu. Peşi sıra sürüklenen korkularını, sanki her an ensesinde belirecek gibi hissediyordu. Kalbi neredeyse yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bir an durup nefesini toparladı. Bu yaşadıkları gerçek olamazdı. Evet evet, hepsi bir kâbus olmalıydı, ama değildi.. Şimdi buradaydı, hâlâ hayattaydı ve gün kararmadan, bu ıssız sahilde sığınacak bir yer bulmalıydı. Gözüne, karşı tepedeki eski bir deniz feneri ilişti. Korkularından kaçarken, bir kâbusun içine düşeceğinden habersiz, yorgun fakat ümitle, sığınağı zannettiği zindana doğru hızla yol aldı..
Attığı her adımda, ayaklarına batan çakıl taşlarının acısıyla beraber, beyninde zonklayan sesleri de hissediyordu;
“Daha hızlı kürek çek!”
“Acele etmeliyiz!”
“Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!”
En son söz, cebini yoklarken daha güçlü zonkladı beyninde. Gözlerinde bir parlayıp bir kaybolan deniz fenerinin ışığının her yanışında, yeni bir sahne belirip kayboluyordu zihninde. Kesik kesik anlamsız sahneler…
Eski deniz fenerine ulaştığında, arkasına dönüp baktı. Kıyıya vuran dalgaların ittiği bir kaç tahta parçası ve fe-
nerle beraber, batan güneşin ışıltılarının yansıdığı köpüklerden başka bir şey görünmüyor, dinmiş fırtınanın uğultusunu şimdi hissediyordu. Tahta kapıyı biraz zorlayıp içeri girdi. Güneşin son ışıklarının aydınlattığı bu yerde ilk duyumsadığı şey, kesif bir kolza yağı kokusuydu.. Evet evet kolza yağı kokusu… Onca hengâmenin içinde bu koku ona, bir an durup “Neredeyim ben?” sorusunu sorma fırsatı sunmuştu. Bütün bu düşüncelerle beyni uyuşurken, bir anda duyduğu ses ile irkildi!
Fenerin içinde ondan başka biri daha olduğunu düşünüp, dikkat kesildi! Sesler alt kattan geliyor gibiydi. Korkarak bir adım ileriye çıktı, bastığı zemin gıcırdıyordu. Bu daha da ürkmesine sebep oldu. Kararsızdı ama yapacak başka bir şeyi yoktu. Bir adım daha attı. Gözüne iki üç metre ileride bir demir parçası ilişti. Tahta zemini gıcırdata gıcırdata ilerledi. Fenerin kubbesinden yansıyan ışık ile bu demir parçasının, aslında alt kata açılan tahta bir kapının kulpu olduğunu farketti. O an üç saat öncesini düşündü. Köpeği Armoni ile kaçak bindiği gemide Amerika’ya gitmek için sabırsızlanıyordu. “Keşke Armoni yanımda olsaydı.” diye düşündü. Keşke zamanı geri alabilseydi. İstemeye isteme-
ye, tahta kapıyı yukarı doğru kaldırdı. Bir anda ortalık toz dumana karıştı. Öksürmek istemiyordu, eğer aşağıda biri varsa kendisini farkedebilirdi. Nefesini tuttu. Kafasını uzatıp aşağıya doğru baktı, dar ve korkunç, demir bir merdiven asılıydı. “Aşağıda ne var acaba?” diye düşünürken, derinden gelen o ses tekrar duyuldu.
Neyse ki sadece rüzgârdı. Derin bir nefes aldı. Son basamağı da indi. İçeriye şöyle bir göz attı. Büyük bir yer altı sığınağıydı burası. İçerisi hafif dumanlı ve loştu. Duvarda asılı eski gaz lambasını farketti. Demek fenerin içine ilk girdiğinde duyduğu kolza yağı kokusu, lambadan geliyor-
du. Biraz daha dikkatli bakınca duvarlarda bir çok re-sim olduğunu gördü. Uzun koridorda ilerlerken, bu resimlerin İnkalardan kalma resimler olduğunu düşündü. Daha önce bu konudaki efsaneleri duymuştu. Resimlerin birinde, Güneş Tanrısı İnti’ye adanan bir lamanın adak töreni görülüyordu. Başka bir resimde güneş, ay, şimşek ve dağlar çizilmişti. Koridorun sonundan daha geniş bir odaya çıktı. Benzer resimler bu duvarları da kaplıyordu. Resimlere dalmışken biri tarafından izlendiğini hissetti.
“Kim var orada?”
Arkasına döndüğünde sesine karşılık bulamadı. Seslenişi uzun ve loş koridorda dalga dalga yayılıp azaldı. İçini bir telaş kapladı. Tekrar seslendi;
“Kim var orada?”
İçini bir korku kaplamıştı, kalp atışları kulaklarında uğulduyordu. Gaz lambasının loş ışığı ve duvarda titre-
yen karartılar ise tedirginliğini daha da arttırmıştı. Sesine karşılık bir ses alamamasının, üzerinde oluşturduğu gerginlikle terlemişti. Deniz fenerinin dar yapısı içinde sıkışmış gibi hissetti. Ayakları olduğu yere çakılıp kalmıştı.
Bir süre sonra, gözü karşı dolaptaki kitaba ilişti. Kitap, şimdi merak duygusunu kendine çekiyordu. Kilitlenen bacaklarını yeniden hissetmeye başladı. Dolaba doğru ilerledi. Cildi yerinden oynamış kitabı eline aldı. Tozunu üfledi. Kitabın üzerinde; “Mahşerin Dördüncü Atlısı / Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” yazıyordu.
Bu kitabı biliyordu. Bilinçli olarak yayılan salgın ve bulaşıcı hastalıkların, toplumlar üzerindeki etkisini anlatan bir kitaptı bu. Sonra gözü kitaplığın yanındaki bölmeye kaydı. Eski usül tıbbî malzemeler, ilkel deney gereçleri ve birçok kolza yağı merhemi gördü. Duvardaki resimlerde de, hastalık ve ölümü çağırıştıran tasvirler ve kolza çiçeği resmi olduğunu hatırladı. Bir grup araştırmacı ile çalışma yaptıkları dönemde, İnca’larla ilgili araştırmalarını anımsadı; Avrupalıların onlara çiçek, frengi ve kızamık gibi hastalıklar getirdiğini ve İncaların bu nedenle çok zayıf bir toplum haline gelerek zaman içerisinde yıkıldığını hatırladı…
Şimdi film şeridi zihninde tekrar oynamaya başlamıştı.
Bütün bunlar, bugün mucize eseri hayatta kaldığı gemiyi sebepsizce alabora edip, onlarca ölüme sebep olanların niyetini, açıkça anlatıyordu aslında. Onlar yalnızca deniz korsanı olamazdı, çünkü hırsızlık için gelmemişlerdi. Onlar Lima’ya, salgın ve bulaşıcı hastalıkların gelmesini engellemeye çalışan, efsanelerde adı geçen İncaların, kalan son temsilcileri olmalıydı…!
“Buradan derhal çıkmalıyım.” diye düşündü.
“Bir kitap, tıbbî malzemeler, bulaşıcı hastalıklar ve insanlığı kurtarmaya çalışan İnkalar..”
Resimler, kandilin aydınlattığı odadan koridora belli belirsiz uzanırken, buradan ilerleyen aksak adımlarına, loş duvarlara yansıyan düşünceleri de eşlik ediyordu. Duvarda yanında akıp giden bir gölge gibi..
Bir nevî, hafızasında canlananların duvara yansıması… ;
“Kimdi bu İnkalar…?”
“Şimdilerde Güney Amerika ismi verilen kıtada, And Dağları’na yakın olan Cuzco şehrinde yaşamışlardı. İlk kralları Manco Capac’tı ve krala Sapa Inca yani Ulu Önder denirdi. İnkalar, Güney Amerika’da, Kolomb öncesi dönemde kurulmuş en büyük imparatorluğa sahipti. Kabile halinde yaşarlardı ve yaklaşık kırk bin kişilik bir orduya sahiplerdi.”
Adımları hızlanıyor, koridor daralıyordu…
“Ölen kişiler kraliyet ailesine mensupsa mumyalanarak And Dağları’nın yüksek yerlerine yerleştirilirdi. Dağlık bölgelerde lama ve alpakalardan yün ve et üretimi, yani hayvancılık yaparlardı.”
Nefesi daralıyor. Duvarlardaki resimler sanki kendisiyle konuşuyordu.
Lama figürleri kandilin ışığında yürüyor… Zihni susmu-
yordu… ;
“1520’lerin başında, başta çiçek ve diğer salgın hastalıklar, Meksika’yı ve And’ları baştan sona kasıp kavurmuştu. Salgınla birlikte nüfusun %90’dan fazlası yaşamını yitirmişti. Bu bir çeşit soykırımdı!”
Alnındaki terler gözlerini yakıyor… Adımları yavaşlamıyordu…;
“1525 yılında Avrupalı kâşiflerin getirdiği çiçek hastalığı ile ölen imparatorları ve sonrasında kardeşlerin arasında çıkan kavgaları…. Bu savaş sonunda, kardeş, kardeşi cezaevine göndermişti…”
Bir kaç ter damlası, yerdeki su birikintisine damlıyor, karanlık koridorda hızlı adımlar yankılanıyordu…;
“İspanyollar… İspanyollar İnkalardan, kendilerine güvenmelerini istemişti. Bunun sonucunda da, onları bozguna uğratmışlardı. İnsanoğlu, tarihin hiçbir safhâsında değişmiyordu. Kendi kardeşini bile yok etmeye çalışacak, şeytanî fikirlere sahip olabiliyordu…”
Koridorun sonundaki ışık… O küçük kapı…! İşte oradaydı!
“Kardeş!”
Kardeş kelimesi ile durdu. Bu kelime ile zihninde bir şimşek çaktı… Cebini tekrar yokladı… Evet, kürek çekerken bunu kardeşi vermişti… Suya düşmeden hemen önceydi.
“Daha hızlı kürek çek!”
“Acele etmeliyiz!”
Ve kardeşinin takâti kesildiğinde, gözlerini kendisine dikmiş, bir kaç kez tekrar etmişti;
“Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!”
Evet söz vermişti…!
İnkaların başına gelen kardeş katli, İspanyollara duydukları güven sonucu ihanete uğramaları ve hastalıkla baş edeme-yip, soykırıma uğramaları…
Ne kadar da benziyordu hayatları birbirine..! Belki de, bu fenere yolunun düşmesi tesadüf değildi… O da bu sebep-
lerle kaçmak zorunda kalmıştı ülkesinden ve cebindeki mektup ile söz vermişti; Eğer başarırsa, bu mektubu geride bıraktıklarına ulaştıracaktı. Bir gün geri dönecekti. Söz vermişti… Sonları İnkalar gibi olmayacaktı. Bu sorumluluk duygusu ile bir cesaret ve kararlılık hâli gelmişti üzerine…
Kendini çıkışta bulduğunda, tüm korkularından sıyrılmıştı.
Dışarı çıktığında bir karartı kendisine doğru koşuyordu. Armoni…!! O da kurtulmuştu… Bu zorlu günün ardından, hayatın ona bir armağanı gibiydi bu…!
Gün ağarıyor, onlar gün doğumunu izlerken, ilerden bir cankurtaran teknesi kıyıya yanaşıyordu. Bir elinde mek- tubu, kucağında Armoni ile teknedekilere, “Heyy! İşte buradayız.” diye seslenirken, aslında yeni hayatına daha güçlü bir, “Merhaba!” diyordu…
Altı yazar ve tek bir eser. Okurken çok güzel aktı hikayeniz.Tebrikler.. .Müthiş bir uyum. Çok güzel bir proje ve başarı… Elinize,emeğinize sağlık…
Ben tebrik ediyorum
Çok yazar bir konu ve akıcı olmuş hikaye