BEYİN VE KALBİN SAVAŞI
Sacit Said
Bir yere gökyüzünden bakmak… Yerden gökyüzüne değil ha. Ne hissederdim? Veya ne hissettim? Onca uçak yolculuğunun akabinde büyüsü bozulan çocukluğumun masmavi gökyüzünün ardından yoksa yeryüzüne mi imrendim? Bilmiyorum. Sanki her yolculuk kaçışları doğurdu içimde. Belki de hiç bir şey ile yüzleşmeden sadece oradan oraya savrulup durdum hayat denilen geminin içinde.
Şimdi mi? Şimdi sadece olduğum yerde görünmez iplerle zaman gemisinin, mekân denilen bölümüne bağlanmış bir vaziyette sanki kaçtığım her şey ile yüzleşmek zorunda bırakıldım. Bu kimine göre iyi kimine göre kötü bir durum. Hatta bazı filozoflara göre insanın kendini bulmasının başlangıcı. Bu anlar boğulmaların yaşandığı anlar olduğu için Nietzsche “boğula boğula tek nefeste nasıl yaşanır onu öğrendim” diyor.
İslam âlimleri ise çoğu zaman iyiye yormuş bu hali. Bir nevi başka yerlere gidemiyorsan içine doğru yola çık demiş erenler. Sonuçta dünya da bir zindan değil mi? Peki, bunca şeyi bilmek bir ise yarıyor mu? Tek başına bilmek dediğimiz eylem insanı insan yapıyor mu? Ya onca şeyi bildiğimiz halde bize ümit kaynağı olmuyor ve her bilgi hareketimizin önüne bir set çekiyorsa? Hiç düşündünüz mü? Ya bildiğimiz şeyler bulmamız gerekeni aramamıza engelse… Belki de Üstat Necip Fazıl, bu yüzden uyumak istiyor her an da. Bilgi yumağı beyni onu hareketsiz bırakmış olacak ki ‘Bilmeyiz ki, en büyük ilme denk bilgisizlik.’ demiş şiirinde. Uyumak istiyor zamansız ve mekânsız uyumak. Biz insanların acziyetini gösteren şu kelimeler yığını içinde kaybolmanın ağırlığı fazla gelmiş olacak ki Üstada “harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradan’ı” diyerek bir sıyrılma örneğine adım atmak istiyor zaman denilen meçhulden. Zamanın olmadığı bir yerde olan asıl Sevgiliyi, zamanın içinde aramak ahmakça geldi belki de bilmiyorum.
Yol… Benim için neyi ifade ediyor? Kaçışlar cumhuriyetinin, her bir yanını bir birine bağlasa da bağlı olduğu yollarda bir yer de tekrar kaçtığı ile yüzleşmeye mecbur bırakılmış insanoğlunu mu? Yoksa harfsiz ve kelimesiz düşünebilmek mi Yaradan’ı? Kat katıştır. Bunca soruya cevabı bulmak zor belki… Sonuç mu? Sınavı geçemeyen birinin aklında kalan sorular misali bu soruların cevabını belki de hiç bulamayacağım. Bulmakta nasip değil mi sonuçta?
Nasip içinde nasip… Gece gündüzün, gündüz gecenin içinde… Sorular ise hepsinin içinde. Bulmacanın en zor kısmında bulunduğumuz bu günlerde her şey ya cevap bulacak ya da sorular zinciri içerisinde sonsuzluğun yolunu tutacak. Bilinmez ya… Şu anda çözümleyemiyoruz bunu. Ünlü Rus edebiyatçısı Tolstoy’un da dediği gibi biz insanoğluna yarınımız verilmediğinden, cevabını zaman içinde aramak anlamsız sanırım.
Sonunda onca hengâmenin akabinde bir iç savaş başladı. Kılıçlar en keskin sorulardan. Bu savaş, kalp ve beyin arasında bir meydan muhaberesi şeklini almadan, hangisi galip gelecek bilinmez. Ama meydan muhaberesi yakın sanki. Vicdan, aralarında bir barış sağlanması için çaba sarf etse de pek işe yaramıyor gibi. Ne olacak bilinmez. Görünen o ki kalp ağır hasar almış ama savaştan vazgeçecek gibi durmuyor. Zafer, Allah’ındır. Bu yüzden zafer, Allah’a mutlak inanlarındır. Sanmayın beyin kazanacak. Kalp, inancın başşehri olmasından sanırım o galip gelecek. Tabi bu bence… Ama şimdilik barış çok uzaklarda görünüyor. Görelim, bu savaştan kim galip çıkacak…
I.
Zaman algısı, kırılgan anlara doludur bu mekânda. Hayat, bir başka yüzüyle gülümser insana buralarda. Yaşamın geçmişiyle yüzleşmenin adıdır arkamdaki duvar. Hayallere ket vuran bir balyoz gibidir önümdeki beton yığını. Önümüzün, arkamızın, sağımızın ve solumuzun sobelendiğinin resmini çiziyor bu yerde zaman…
Evet, insan, mekânın esaretinde idrak ediyor en çokta zamanın esiri olduğunu. Vakit üzerine düşüncelere daldıkça çıldırma noktasına geliyor insan hapishanede. Elastik yapısında bir sağa bir sola, bir aşağı bir yukarı uzayan anın, aynı noktada bulunmasına şaşırıyor en çokta insan. Bu mekânda geçen yüzseksenüç günün ardından bir vecize doluyor gönlüme…
“Nasılda hızlı geçiyor vakit, zaman hiç geçmezsen…”
Anlar biriktirdim bunca zaman… Sanki yüzyıllardır burada yaşıyormuşçasına bir his var içimde. Zaman ve mekân üstü bir tanışıklık… Sanki kal-u beladan beri… Başka hiçbir yerde yaşamamışım gibi… Buradan hiç çıkmayacağım gibi… Ama bir anda çıkacakmışım gibi… Yeni bir hayata başlayacakmışım misali… Berzah hayatına benzettiğimiz mekânın içindeyim. Hapishanedeyim.
Hayatım, yalnızca askeri mavi ve şampanya rengine boyanmış duvarlar; demir ve beton yığınlarından ibaret gibi. Sanki ruhumun gizli köşelerinde hiç gezinmemişim, hiç âşık olmamışım, hatta kalbimin içindeki yangınları hiç hissetmemişim gibi… Adeta geçmişte hiç fikir ıstırabından beynim lime lime edilmemiş gibi. İnsanlığımı unutmanın eşiğinde oturuyormuşum gibi bir şey. Nasıl anlatılır bu hal bilmiyorum ki sana anlatayım. Her şeyin betonlaşmış olduğu mekânın içinde her şeyimle betonlaşmaktan korkan ben… Fıtratın çoğu halinden beri bırakılmış insan misali – ki ona ne kadar insan denilebilir bilemiyorum. Kısacası, ağlamalarla ıslanmış yüzümün tek canlılık hali, bu ağlamalarla hatırlanacak olan cinnet halleri…
Okunan her sahifeyle açılan yenidünyalar atlası da olmasa, sanırım burada insaniyetimizden eser kalmayacak. Hiç ağlanmayacak durumlara ağlayıp, ağlanacak halimize kahkahalarla güldüğümüz mekânın adı cezaevi… Hem de F Tipi… En çetrefillisinden… Nietzsche’ninkendi duygusuz anlarından ardından, atını hareket ettirmek için kamçılayan adama kızıp, merhametle ata sarılıp ağlamasına benziyor ahvalim. Beni bu hale sürükleyen nedir? Bu firak neyin firakı? Bu acı hangi ayrılığın acısı? Söylesene! Tuttuğum her eli kıranda neyin nesi?
“Gönlümdetutulan elleri koparan,
Faniliğin sert rüzgârları esiyor…”
Zaman akıyor… Ya da ben, sabit duran bir mahlûkun içinden geçip gidiyorum. Lakin burada idrak ettiğim birçok şeyi birkaç beyitle özetleyen şairlere hayranlığım kat kat artıyor. İşte sanat diye haykırası geliyor insanın. Ahvalimi en çok Niyazi Mısri anlatıyor:
“ Günde bir taşı binayı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bihaber
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba,
+ Yola geldim, lakin göçmüş cümle kervan bihaber
Ağlayıp, nalan edip, düştüm yola tenha, garip
Dide giryan, sine biryan, akıl hayran, bihaber
Dil belası, Hak fenası istedi mülk-i tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah ki lokman bihaber”
Birçok fikir helezonları içinde anlamlandırılamayan onca olgunun, anlam deryasının ötesinde bir anlama gelmesinin adıydı bir şeyin kalpte makes bulması. Anlama çabası içerisinde anladım dediğim anda anlamdan yoksun kalan, anlamsızlık denizinde çoğu kez idrak edilen mefhumların bütünü içerisinde beynimin çeperlerini paramparça etsem de anlayamayacağım hakikatler için teslimiyet. “Neden” sorusunun en çetrefillilerini sormaya cesaret edebilenlerin ulaşabileceği bu menzilde vazgeçilen “Niçin” sorusu. Vazgeçilen benlik, vazgeçilen dünya, vazgeçilen ukba…
Şah-ı Nakşibendi hazretlerinin yolu adına yazılan beyitteki gibi;
“Der Tarık-ı Nakşibendi lazım amed çar terk
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk…” derim sükût vaktidir…
II.
Zamana birkaç not düş… Geceye ve sonrasına… Hayatın karmaşasında boğulurken verilen kararların kalpte bıraktığı acıyla haykır her şeyi. Belki temizlenir içindeki karabulutlar pişmanlık rüzgârlarıyla.
Bir de, pişmanlığını dahi duymadığın lakin acısına da katlanmanın bir o kadar zor olduğu vakitler ve kararlar var. Ne kabullenebildiğin ne de vazgeçebildiğin. Dönüp dönüp aynı mihverde yol aldığın tercihlerin. Hepsi geçmiş zamanla alakalı… Anlatırken di’li geçmiş zamandan öteye geçemediğin özlem yüklü anıların girdabı. Söylesene! Bu hallerden nasıl kurtulacaksın? Bir şarkı, bir türkü değince kulağına, aklına gelmese bile, o anıları unutsan bile – ki unutmak zihinsel bir eylemdir- kalbinin orta yerine oturan gulyabaniyi nasıl def edeceksin? Kalben de unutmak mümkün mü? Anlatsana bana! Denk geldin mi daha önce gönlüne söz geçirebilen birisine?
Mecnunun hikâyesi herkesçe malumdur. O eşiği nasıl aştı mecnun-u biçare? Bilinmeyen bir sır görülse de bu sorunun cevabını bulanlar var. Fuzuli gibi… Bu sorunun cevabını bulmuş olacak ki, kendini mecnundan daha âşık addedebiliyor. Şöyle diyor;
“Mende mecnundan füzun âşıklık istidadı var
Âşık-ı sadık menem, mecnunun ancak adı var…”
Eşiği aşamayan, faniliği geçemeyen bir adam bunu nasıl desin! Benliğini aşk odundan eritmeyen biri bu karşılaştırmayı nasıl yapsın? Söylesene! Bulan bulmuş aradığını, ya yıllardır bu eşikte bekleyen ve aşamayan bu biçare ne yapsın?
Fuzuli ki, kendini aşk meşrebinde öne atıyor. Sanma ki, ben deyince enaniyet duvarlarına yaslanıyor… Kendini yüceltmesi sevdiğini yüceltmesinden…
Kısacık zamana bağımlı olmayan, zamandan bağımsızlığını ilan edenler ancak Fuzuli’yi anlar. Vaktin içinde zamansızlığa ulaşmak gibi bir devrime imza atanlardandır Fuzuli. Şair deyip geçmeyin! İnsanın iç âlemini en iyi idrak edip anlatanlardan birisidir şairler. İnsanın iç devriminden sonra da şiire sarılması… Şiir, sırlı beyanlar bütünü… Şair, şiirlerin üstadı… Dış âlemi bilim adamlarından dinle, iç âlemini şairle gez köşe bucak…
Zamana birkaç söz düş sonra… Onca soruya cevap vermek yerine cevabı kendi içinde ara… Bazen Fuzuli oku, bazen Baki ile arkadaşlık et. Nef’i ile dal aşk deryasına, Nedimle dolaş Lale devrinde. Necip Fazılla çiledesin. Atilla İLHAN’la ayrılıklar kentinde. Ahmet HAŞİM’le izle “O Belde”yi… Sonra Muhibbi’den bir yakarış bırak sessizce…
“Ahım erdi göklere ey mah-ı tabanım meded
İşitip feryadımı rahmeyle sultanım meded…”
Sonrasında idrak ettiğim, fıtratımın en değerli yanını Yenişehirli Avni ile paylaş insanlığa;
“Sanman ki, taleb-i devleti cah etmeye geldik
Biz bu âleme bir yar içun ah etmeye geldik…”
En son not düş zamana. Geceye bir selam çak zindandan. Dört duvar kaybolsun. Geceye sehrayinler dolsun. Her şiir seni önce şairine sonrasında şairin kendisinde hiçliği tattığısevgiliye götürsün. Anlarsın o an, acıyla sevincin bir olduğunu ve Bir’den geldiğini. Anlarsın, o eşiği aşınca açılacak olan sonsuzluk kapısını… Sonrası sır makamı. Ne sen sor ne ben söyleyeyim o anları…