KÜRT edebiyatı

ŞERİF AYDIN

Edebiyat, uluslararası entelektüel bir elçidir. Aynı zamanda bir toplumun var oluş belgesidir uluslararası platformlarda. Toplum, bu alanda ortaya koyduğu ilk yazılı belgeleri bulundukları topraklarda varlıklarının tapusu olarak gösterir. Mağaraların duvarlarında bulunan üç beş kelimelik yazılardan tutun, ilk yazılı kağıt metinlerine, oradan Orhun abideleri gibi taşlara kazınmış satırlara kadar… 

Bazen bir şiirdir bu, bazen bir öykü, bazen bir divan…  

Tarih boyu senet hükmü taşımış bu belgeler konuşula gelmiş, günümüzün de en sıcak konularından biri olmuştur. Son bir asırdır bir senet ortaya koymak için çırpınan milletlerden biri de Kürt milletidir. 

Kürt milleti, tarihin en kadim milletlerinden biri ve dili tarihin en kadim dillerinden biri olsa da, Ortadoğu topraklarında var oluş mücadelesinin kartları dağıtılırken sıra onlara geldiğinde her nedense her seferinde kart bitmiş. Oyuna dahil edilmişler edilmesine ama bulundukları devletlerde, birlikte yaşadıkları toplumlarla birlikte dahil olmak zorunda kalmışlar hep.  İran’da Farsça’nın gölgesinde yürümüş, Suriye ve Irak’ta Arapça’nın asasına dayanmış, Rusya’da Rusça’ya mahkum yaşamış, Türkiye’de Türkçe’nin rehberliğinde yol yürümek zorunda kalmış. Kendi dilini kullanması bazen kavga, bazen sürgün sebebi olmuştur. Böyle olunca da varlık vesikası olan edebiyatı öksüz kalmış asırlar boyu. Yasaklar ve tahakkümler yüzünden geldiği noktaya bakıldığında “Bu denli kadim bir toplumun edebiyatı böyle olmamalıydı.” diyorsunuz. Acıklı bir tablodur ki çırpınan kalemlerden damlayan ve tarihten bugüne uzanan bir kısım eserler de sürgünde verilen eserler olmuş. Kendi coğrafyasında öteki olanın, sürgün yaşadığı coğrafyalarda öteki olması normal değil miydi ki zaten?

Siyasi bir mahkum için cezaevi koşullarında kitap yazmanın zorluğu neyse,  Kürtler için de kendi coğrafyasında kendi diliyle öykü, şiir, roman yazmanın; gazetelerde boy göstermenin; filmlerde, belgesellerde adını kullanmanın zorluğu odur, hatta biraz daha ötesi belki. Yakın tarihte “Kımıl” isimli eseriyle idam cezası alan Musa Anter bunun açık örneği. 

Ana arı misali kendi toplumunu kendi değerleri etrafında toplamanın ayaklanma sebebi, bölme faaliyeti olarak algılanan bir ortamda tabi ki renklerinizle var olmanın zorluğunu yaşarsınız. Kürtler tüm coğrafyalarda bunu yaşadı ve yaşıyor da şu an. 

“Yoktur” dediler. Dilini, kültürünü, töresini inkar ettiler.

“Var!” demek suç, ispat etmek cezaya davetiye oldu. 

Vardı oysa! Dili, rengi, zılgıtıyla, şiir ve öyküleriyle bir millet vardı bu coğrafyada. Hem de yüzlerce seneden beri milyonlarca nüfusu ve coşkun edebiyatıyla… 

Aksini nasıl iddia edebilir ki insan? İnsanın var olduğu yerde aşk, insanın var olduğu yerde hüzün, insanın var olduğu yerde coşku olmaz mı? “Vardır elbet.” dediğinizi duyuyor gibiyim. Aşkına, coşkusuna, hasretine şiir yazmayan, şarkı mırıldanmayan mı var? Aşk varsa aşık da var, aşık varsa maşuka sunulan dilekçeler de var.

Kürtlerin de vardı.

Edebiyat, var oluş senedidir demiştim ya, bir daha diyeyim. 

Bir milletin varlığını ispat değildir benim konum; inkârının doğurduğu neticedir. Asırlık toplumu inkâr edince şiiri, mektubu, öyküyü kısaca edebiyatı inkâr edenleredir bu yazıdaki itirazım!

 İnsanın oldu yerde edebiyat var olmuştur hep. Dilerseniz kısaca konum olan  Kürt edebiyatının sahibinden bahsedeyim biraz.

Dedim ya kendi coğrafyasında var olduğunu ve burada yaşadığını ispat etmek zorunda kaldı her seferinde. Hazindir ki o, var oluşunu ispat etmeye çalıştıkça bulunduğu devletlerin siyasi ajandalarının yok sayma politikalarıyla karşılaştı hep. Güneş teorisiyle uğraşmak zorunda kaldı mesela. Mesela, kimisi onlara, dağlarda karda dolaşan bir toplumun karda yürürken çıkardığı “kart-kurt” seslerinden sonra Kürt ismi verildiğini idda edip, aslında “Kürt “diye bir toplumun olmadığı tezini güçlendirmeye çalıştı. 

İnkâr sahipleri bu iddialarıyla gülünç duruma düşseler de, Kürtler bu mantıksızlığın mağduriyetinden kurtulamadılar yıllar yılı.

Tarihin despotizminin tahakkümüne pirim vermemek için bu acıklı sahnelerden daha fazla bahsetmeyeceğim. 

Aksine, var olanı söyleyeceğim. 

Vardı evet! Kalemlerinin mürekkebi çıkarılsa da, yazılarını yazacakları kağıtlar yakılsa da, vardı ve hâlâ var. 

Var işte, beyim, var!

Çocukların gaz lambası ışığında dinledikleri masallardan olan “Çîroku” ile var. Destanlara konu olan “kilâmı” ile var. Lirik şiirin, pastoral deyişin, aşka çağıran tüm tonların en canlı renkleri olan “helbesti”  ile var. Asırlar öncesine dayanan eserleriyle Cizre, Hemedan, Erdelan, İmadiye, Bitlis, Hakkari, Doğubayazıt, Müküs, Hizan, Meyafarkın, Siirt, Diyarbekir gibi tarih boyunca Kürt devlet ve beyliklerine başkentlik yapmış coğrafyalarıyla var. 

Ebul-Fida, İbni Attar, İbni Şeddad, ve İbni Qotayba gibi tarihçileri ile var. El Suhrawerdi ve Ayne’l-Qudatu’l-Hemedani gibi filozofları  ile var. Gezgin İbni Fadlan, Seyfeddin Urmewî, Muhammed İbni Katib Erbili gibi müzikologlar ile, İbrahim ve İshak gibi Musulî ve Ziryab gibi müzisyenleri ile, mimar ve mühendis Munis, matematik ve gök bilimci Muhyeddin Ahlati ile var. Biyografici İbni Halkan, ansiklopedist İbni Nedim [1] ile var olduğu gibi edebiyatıyla da var. Ali-yi Harîrî, Molla Ahmed-i Cezerî, Faki-yi Tayran, Doğu klasiklerinin tartışmasız zirve insanlarından biri olan İranlı Hafız-ı Şiraziye 

“Ger lû’uyê mensûrî ji nezmê tu dixwazî

Wer şi’rê Melê bîn te ji Şîrazê çi hacet

“Nazmın etrafa saçılmış incilerini görmek dilersen eğer

Gel Mela’nın şiirlerinde gör onları, Şiraz’a gitmeye ne hacet” [2] 

deyip meydan okuyan Mela-yi Cizîrî ile var.

Sorun isterseniz Kürt edebiyatını, tarihin sayfaları,  asırlık Diyarbekir surlarını yüzyıllardır selam ede ede geçen, evsel bahçelerini asırlardır yeşerten Dicle nehri gibi konuşur sizinle. Mirdasî Zaza aşiretine mensup, Elazığ ve çevresinde ortaçağ boyunca hüküm süren Palu Beyliği emirlerinden Emir Yasur’un katibi Şemî’nin 1682’de kaleme aldığı “Tercüme-i Tevarih-i Şeref Han” isimli Kürt Tarihi üzerine yazılmış eserine bakın. Kürt edebiyatçılarından bahsedecektir size. Yine o devrin en meşhur alim ve edebiyatçıları arasında olan Molla Muhammed-i Berkalî ve Molla Muhyeddin-i Cezerî’nin Kürt dili hakkındaki düşüncelerini dinleyin lütfen. Yazar ve mütercim Palu Mirinin Katibi Şemî gibi nice kalemler eserlerini Kürtçe yazdı. Vaktiniz varsa eğilin bakın isterseniz.

Sadece onlara değil, gidin taşlara da sorun isterseniz. Kürt edebiyatına duvarlar çizip hapis hayatı yaşatanlara inat, yıkın duvarları ve sorun bir zahmet!

Cizre, Müküs, İmadiye gibi şehirlerde 600-700 yıl önce yapılmış, hala ayakta olan medreseler vardır. Kadim bir milletin tarihi gizemi değil, var oluş senetleridir bunlar, görün lütfen! Bitlis’teki İhlasiye Medresesi’nin modern bir üniversite kampüs alanını andırdığını göreceksiniz. Ve neyi göreceksiniz biliyor musunuz? Bu yapının şu anda bir devlet kurumunun idari merkez binası olarak kullanıldığını. Oysa burada asırlarca Kürtçe ve Arapça eğitim verilmiş. Asırlar önce bu kurumdan klasik Kürt edebiyatının yıldızları olan ve Kürtçeyle beraber dokuz dilde şiir yazabilen Şükriyê Bidlîsiler, Harisê Bitlîsîler, Selimiyê Hizaniler, Axayokê Bêdariler gibi yüzlerce Kürtçe eser sahibi yazar çıktığını söylecek duvarlar size. Pencerelerinden başlarını uzatıp Kürt dilinde şiirler terennüm ettiklerini duyacak, koridorlarında 

dolaşan ayak seslerine karışan “Çirok”lara şahit olacaksınız.

Kadim bir milletin kadim edebiyatı diyorum ya, bir edebî ifade olsun diye demiyorum. Küçük bir kıyasla meramımı ifade etmeye çalışayım. 

Türk ve Kürt edebiyatları ilk yazılı ürünlerini 11.yüzyılda vermeye başlar. Bu ilk ürünler her iki dilin de doğu lehçeleriyledir. İlk Türkçe eserler, Türkçe’nin Doğu Lehçeleri olan Hakaniyece ve Çağataycadırlar ve  ilk edebi eserler “Kutadgu Bilig” 1069 yılında Yusuf Has Hacip tarafından Hakaniye Lehçesiyle ve “Divan’ül-Lügat’ü-Türk” Kaşgarlı Mahmud tarafından 1074’te yine Hakaniye lehçesi ile yazılmıştır. İlk Kürtçe eserler ise Kürtçe’nin Doğu Lehçeleri olan Lorca ve Goranca’ dır. Ve tarihine dikkat etmenizi istiyorum, Kürtçede ilk edebi eserler Baba Tahir-i Üryan’ın 1010 yıllarında Lor Lehçesiyle yazdığı “Dubeyti” divanı ve Baba Serheng-i Dewdanî’nin Goranî Lehçesiyle yazdığı 1045 tarihli “Defterê Dewdanî” dir[3]. 

İspat değildir derdim. Susturulmuş bir edebiyatın en azından sesi olmak ve susturduğunu bile örten bir anlayışın var olduğunu haykırmaktır derdim. Bu edebiyat tarihi böyle yazılmamalıydı. Kardeş toplumları koparmamalıydı resmi tarih. Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmeliydi. Vicdanlı aydınlar en azından bunu haykırmalı, “Bu edebî dil Ortadoğu’nun egemen devletlerinin izin verdiği kadarıyla şiir yazan, müsaade edildiği kadarıyla konuşan, ortaya çıkarıldığı kadarıyla var olan bir edebiyat olmamalı!” demeliydi. O geç kalmış sesin yerine biz söylüyoruz şimdi.

Kim kopardı sazın telini peki? Halayı kim kesti? Zılgıt, Kürt dilinin en anlamlı sesiydi. Neden sessiz? Nerde Kürt şair Ahmed-i Hanî? Bir destanı olan Mem u Zin’in öyküsü az yürek yakmıyor ki! MELAYÊ CIZÎRÎ’nin inci mercan şiirlerini ihtiva eden “Divan”ı neden kendi topraklarında öksüz? Alman şarkiyatçı Martin Hartman’ın  ilgiyle takip edip Batı edebiyatına açtığı bu şiirleri, kendi topraklarının şairlerinin merak etmemesi talihsizlik değil mi?

Ya Cigerxwîn? İsmiyle müsemma şiirlerin üstadı, Cigerxwîn? Sayacaklarım bitmiyor ki… Sayfam bitiyor ve kesmek zorunda kalıyorum. Sorduğum soruların kısmen cevabını verip toparlayayım isterseniz.

Demiştim ya Ortadoğu’da kartlar dağıtılırken sıra Kürt’lere gelince “kart bitti” denilip, onlardan en yakınındaki ile oyuna dahil olması istendi. Kürt edebiyatını da bu masalarda oyunun bir parçası haline getirip onlara yazık ettiler. Oyunu politikacılar oynasın. Edebiyatçıların oyunu, asırlık izleri takip edip asırlar sonrasına kalmaktır. Ehl-i kelam ve ehl-i kaleme dokunmasınlar istiyordum ve hala öyle istiyorum. Ama dokunuldu, dokunuluyor maalesef! Uzak-yakın tarihteki vakalar çok olmakla birlikte sadece birkaç tanesini yazmış olayım. İlki 1650’li yıllar, VI. Murat dönemi…Osmanlı’nın, en güçlü ve diğer Kürt prensliklerinin temsilcisi konumundaki Bitlis Kürt Hanlığı’na saldırması ile Osmanlı-Kürt ittifakının yarım asır kadar bir süre bozulduğu,  Kürt coğrafyasının ekonomik, siyasi ve ilmi alanda gerilediği bir dönemdir[4]. 

İkincisi, II. Mahmut devrinde Osmanlı’nın, Batı’nın etkisiyle merkeziyetçi politikalar sonucu tarihsel Kürt-Osmanlı ittifakını bozarak yerel Kürt prensliklerini ortadan kaldırmasıyla, temel eğitim kurumları olan bu medreseler sahipsiz kaldı. Klasik Kürt edebiyatı, Bedirhan Beyliği’nin yıkılmasıyla birlikte ciddi bir suskunluk yaşamaya başladı. Beyliğin liderleri sürgüne gönderildiğinde, özellikle Celadet ve Kamuran Bedirhan kardeşler, Kürt dili ve edebiyatı için çok önemli işler yapsalar da yetersiz kaldı. 

Şah damarına kesik atıldı Kürt edebiyatının. Ne mi oldu? Bu tarihten sonra eski şair ve edebiyatçılar düzeyinde yeni edebiyatçılar yetişmemiş ve ortaya çıkmamış malesef. Payitahtlık yapmış bu şehirlerdeki, her biri bir üniversite kampüsü zaviyesinde olan Müküs’teki Mir Hasan-i Veli Medresesi, Bitlis’teki İhlasiye, Hizan’daki Davudiye, Şerefiye Medreseleri, Cizre’deki Medresa Sor, Mir Abdal Medresesi, Atik, Ahmediye, Gisal Medreseleri, Hakkâri’deki Meydan Medresesi, Zeynel Beg Medresesi, Esediye Medresesi gibi nice medreseler atıl bırakıldı. Geleceği inşa edecek aydınlar, aristokrat aileler ve alimler çözümü köylere kaçmakta bulmuşlar.[5].

Üçüncü örneği de yakın tarihten vereyim.

Klasik Kürt edebiyatı, ister nesirde isterse şiirde olsun, Türkiye’de Latin alfabesi kullanılmaya başlandığı dönemde de ciddi bir kırılmaya uğradı. Latin harflerine geçen Türkiye Cumhuriyeti kısa bir süre sonra Kürtçe’yi yasaklayacak, bu dille konuşanlara para cezası verecekti ve öyle de oldu.

Kendi topraklarında var olamayan veya yer yer var olup sonra suskunluğa itilen bu edebiyat, sürgünde yeşermeye başladı bu sefer. 1932 ve 1943 yılları arasında çıkan “Hawar” 

dergisi Kürt edebiyatı için çok önemli bir ekolü de ortaya çıkardı. Zor şartlarda ve sürgünde çıkarılan bu dergi, idealist gençlerin alın teriydi. Edebiyatın bir çok türüne yer veren bu derginin sayfalarında ‘dengbêj’ hikayelerinden tutun da, şiirlere, öykülere, düşünce yazılarına, adaptasyonlara, atasözleri ve deyimlere kadar geniş yelpazede yazılar yayınlandı. Kürt şiirinde ‘ciğersûz’ şiirlerin şairi Cigerxwîn bu dergide yer alan önemli isimlerden biri oldu.

Sürgün edebiyatı sadece bu dergiyle kalmadı. Öte yandan Sovyet Kürtleri de daha 1929’da Latin alfabesiyle ürünler vermeye başlamıştı. İlk Kürtçe romanı yazan Erebê Şemo, “Şivanê Kurd” adlı romanını bu alfabeyle yazdı. Erebê Şemo, Stalin döneminde sürgün edilmiş ve tren rayları döşemesi için cezalandırıldığı dönemde bu romanı yazmıştı. Yine Rusya’da yaşayan Kürtler’in Riya Teze (Yeni Yol) gazetesi de Latin alfabesiyle yayımlamaya başladı. 

Dergicilik bir edebiyatın bel kemiği ve edebî medeniyetin temel taşıdır. Bu taşlar 1942 ve 1945 yılları arasında “Ronahi” dergisiyle devam etti. Bu dergide de elliyi aşkın öyküyle birlikte adaptasyonlar, düşünce yazıları ve atasözleri yayımlandı. Aynı dönemlerde Ronahi’ye “Roja Nû” (1943-1946) de eşlik etti. Daha çok öyküye yer veren bu derginin sayfalarında otuzu aşkın öykü yayımlandı.

Türkiye’de 1979 yılında “Tîrêj” dergisinin çıkmasıyla uzun yıllar sonra Kürtçe ürünler, yasaklı da olsa, verilmeye başlandı. 

1980 darbesinden sonra Kürt yazarlar için yeniden sürgün yolu göründü. Özellikle 1990’lı yıllarla birlikte İsveç’te Kürt edebiyatı alanında umut verici entelektüel bir çaba ortaya çıktı. Fırat Ceweri’nin editörlüğünde “Nûdem” dergisinin yayın hayatına başlaması ve birçok yazarın onu, Hawar’ın yeniden dirilişi olarak görmesi, usta ve yeni yola çıkanların aynı sayfalarda buluşması, bu dergiyi bir ilgi odağı haline getirdi.  Kürt edebiyatına çok şey katan Mehmed Uzun’un bazı romanlarının tefrika halinde burada yayınlanmasının yanı sıra birçok Kürt yazar, bu platformda Kürt edebiyatı için çok önemli eserler verdiler. 

Anlamakta zorluk çektiğim, Türk aydınlarının bu ayıbı sert bir dille eleştirdiğini görmeyip üzüldüğüm, Kürtçe’nin yasaklı olduğu bu dönem, acı bir dönemdir. 

Yasaklar arasında tüm bu gayretler, edebi ortamın çiçekleri olarak açmaya devam etti. Birçok Kürt genç kalemlerin yetişmesine zemin hazırlayan dergilerden, Rewşen ve Nûbîhar dergileri de yayın hayatına başladı. 

Onlar yapacaklarını yaptı. Şimdi yapılanları söyleme ve söylenmeyenleri yapma zamanı. Dünyada “Ötekilerin dili, kültürü, edebiyatı…” diye bir ayrımcı anlayış olsa da sessizlerin sesi olmayı gaye edinen bir dergi olarak Kürt edebiyatının sesi olmayı tarihi bir borç biliyoruz. Kadim bir milletin kökü derinlerde olan Kürt edebiyatı adına diyoruz ki: Ben Kürt edebiyatıyım! Kadim bir milletin politik kavgalar arasında bırakılmış şiiriyim ben. Duyuyorsunuz beni biliyorum. Ama yetmez, duyurun da! Duyurun ki edebiyat bir milletin var oluş senedi iken yok ediş belgelerine ve siyasi hesaplarına yenilmesin; onların gölgesinde kalmasın. Ve evrensel bir miras olan edebiyatı yok saymak cinayetine son verilsin! Kalemlerin konuştuğu dünya en tehlikesiz dünyadır. Kelamın tükendiği, kalemin kırıldığı dünya en tehlikeli dünyadır. Tuhaftır, bir insanın hayatına son veren hakim kalemini kırar. Yok edişin simgesidir kalemin kırılması ve kelamın susturulması. Söz bitmeden önce kalem kırılır. Kırdırmayacağız artık! Tüm ulusların, grupların, kimliklerin, fikirlerin var olma hakkını savunmak bir şuurdur bizim için ve her sayımız bir sesleniş! Kürt edebiyatına dair olan bu yazı da bu seslenişlerden biri.

[1] Mehrdad Izady, Bir El Kitabı Kürtler, Doz Yayınları, İstanbul 2007, s. 97.

[2] Mela Ahmed-i Cizîrî, Dîwan, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2014, s. 346

[3] Mehemt Nur Yavuzer, Kürt Edebiyatında Baba Tahir, Yüksek Lisans Tezi, Yaşayan Diller Enstitüsü, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van 2016

[4]  Şakir Epözdemir, Amasya Antlaşması 1514 Kürt- Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisi,Peri Yay.2005, s. 160 

[5] Nevzat Eminoğlu, Hizan Beyliği Dönemine Genel Bir Bakış: İlim ve Edebiyat, Mardin Artuklu Üniversitesi,Yaşayan Diller Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Mardin 2016, s. 98.

You may also like...

1 Response

  1. GUSMENA S.N. says:

    “Var!” demek suç, ispat etmek cezaya davetiye oldu. – Aşk varsa aşık da var, aşık varsa maşuka sunulan dilekçeler de var. – bulunduğu devletlerin siyasi ajandalarının yok sayma politikalarıyla karşılaştı hep. – tarihi gizemi değil, var oluş senetleri – Susturulmuş bir edebiyatın en azından sesi olmak ve susturduğunu bile örten bir anlayışın var olduğunu haykırmaktır derdim –
    Onlar yapacaklarını yaptı. Şimdi yapılanları söyleme ve söylenmeyenleri yapma zamanı. – Kalemlerin konuştuğu dünya en tehlikesiz dünyadır. ___ bu cümleler beni en çok etkileyen cümlelerdi. ne gerek vardı tekrardan yazmaya dersenizde haklısınız. sadece konunun vehametini, ağırlığını ve önemini beni en çok etkileyen cümleler ile tekrar vurgulamak istedim. sen, ben, b,z ile bir olduğumuz, farklılıkların bir bütünü oluşturduğu bu dünyada en güzel harmonidir edebiyat. ve bir koluda ‘Kürt Edebiyatı’dır. çok beğenerek ve dikkatle okuduğum bir yazıydı. tebrik ederim. daha nice çalışmaların daha nice başarılara ulaşması dileğiyle.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *