Sîyabend û Xecê

ESRA DOLUNAY

Karıştığında bir mevsim diğerine 

Hangi gün, ay, sene

Dağdağan ağacının gölgesinde

Gömülü o yitik hazine 

 Elleri toprak içindeydi. Toprağı kazdıkça nem artıyor, elleri daha çok soğuyordu. Toprak çamurlaşıyor, ardından yeniden sertleşiyordu. Eline bir kıymığın batmasıyla irkildi. Süphan Dağı’nın sert yamaçlarında rüzgâr uğuldarken beraberinde getirdiği kelimeler, rüzgârda dalgalanıyordu. 

“Xecê…”

 

Uyandı. Bahar kokusunu duydu. Açık pencereden giren yalancı esinti perdeyi havalandırdı, saçlarını okşadı. Güneş, pencerenin önündeki gülleri daha da canlı hale getirmişti. İki kırmızı gülü… Güllerin daha fazla güneş alması için saksıyı kenara çektiği sırada elinde bir acı hissetti. Bir damla kan saksıdaki çamurlaşmış toprağa karıştı. “Hay Allah!” derken rüyasının silinmemiş parçaları zihninde parladı. İçini ürperten bu rüyaya kâbus da diyebilirdi. Gördüğü en güzel kâbus… Bu kâbusun ortasındaki anlam veremediği o cümle, içinde tekrar yankılanmıştı. Bir melodi gibi tınısını duyduğu kelimelere mana kıyafeti giydiremiyordu. Gün boyunca bu cümlenin melodisi zihninde döndü. 

 “Xecê, Xeca min a delal…”

II

Bulma, bakma

Takıldık uçsuz bir kervana

Ne pusula var elimizde 

Ne de harita 

Koş ama bir adım atma 

Uykusunda duyduğu cümlenin zihninde sürekli tekrar edip durması bu sihirli cümleyi kendiliğinden bir melodiye çevirmişti. Sanki bir isim vardı orada, sanki kendisine seslenen biri vardı. O isim kendisine hem çok uzak hem de çok yakındı. Bu sesleniş yardım çağrısından çok bir özlem inilltisi gibiydi ve kendisini duyuracağına emindi. 

Bu düşünceler, tüm gün adımlarıyla ordan oraya dolaştı. Her adımında onunla geldi Xecê. 

“Kimsin sen? Neredesin? Benden ne istiyorsun?!”

Bu soruları rüyasından kalan tek parçaya sorup durdu. Sonunda düşünceleri yerinden fırladı:

-Seni bulacağım Xecê!

-Efendim! Bana mı dediniz?

Apartman girişindeki komşu, bir anlığına duvar boyamaya ara vermiş, dalgın gözlerle kendisine bakıyordu.

-A, hayır, kolay gelsin!

 Gözlerini kaçırarak koşar adımlarla yukarı çıktı. 

Eve geldi. Dolaptan uzun zamandır unutulmuş olan uyku ilacından önce birini sonra ani bir kararla ikincisini aldı. Hemen içip kanepeye uzandı. Gülümsedi:

-Artık acı çekmeyeceksin Xecê. 

III

Süphan Dağı’nın başı sislidir

Seni koruyup kollar sanma 

Sorma, durma

Düşmesin bir damla 

Ayakları çıplaktı. Yürüdü. Yürüdükçe üşüdü. Sanki yürüyen kendisi değil, akıp giden bir zemindi. Bir deve dikeninin ayak parmağına batmasıyla sıçradı. 

“Rüyadaysam nasıl acı hissedebilirim!”

Dikeni çıkarıp, yürümeye devam etti. Süphan Dağı’nın yamaçlarında rüzgârla beraber savrulan sisler dışında artık biri daha vardı. Her adımında sisli zirve, biraz daha yakınlaşıyor, biraz daha görünür oluyordu. O tanıdık cümleyi tekrar duydu. Bu tanıdık cümle, ardında sürüklediği yeni dizelerle bu sefer daha net, daha temiz, daha gür dalgalanıyordu. Sanki kendisini uzun süredir görmediği bir dost gibi koşarak karşılıyordu Siyabend’in dizeleri:

“Xecê, Xeca min a delal

Çawan nebû mirazê min û te

Me ê ji xwe ra li serê Sîpanê Xelatê

Çêkira konekî rind û delal

Xecê meke, melûrîne

Hêstiran di ser sûretê sor de nebarine” (1)

Bu sefer üzgün ya da tedirgin değildi. Ayağındaki deve dikenlerini artık hissetmiyordu. Artık yankılanan bu kelimeleri anlıyordu. Ufak bir geçidi de aşınca zirveye ulaştı. İleriye baktı. Arasından geçtiği sisler şimdi aşağıda kalmış, buluttan bir örtüye dönmüştü. 

Zirvenin ucuna yaklaştı. Kuru bir ağaç kökünün yanına oturdu. Dağdağan ağacıydı bu. Yıllar önce kesilmiş gibiydi. Geriye sadece kökleri kalmıştı. Oysa kesilmemesi gerekirdi. Bu ağacın kesilmesi iyi şeylere sebep olmazdı. Kökün dibinde iki kan kırmızısı gül ve onların arasında iri bir deve dikeni vardı. Tüm suç bu deve dikeninde olmalıydı. Elini uzattı, düşünmeden dikeni avuçladı. Elinden akan kırmızı damlalar çamurlu toprağa karıştı. Sonunda kanlı ellerinde, sökülmüş kökleri aşağı sarkan bir deve dikeni kalmıştı. Yanyana duran iki güle ve aralarındaki boşluğa baktı. Derin bir nefes aldı:

-Artık acı çekmeyeceksin!

Süphan Dağı’nın zirvesinde oturmuş biri, elindeki deve dikenini acem rüzgârına bıraktı. Sevdaları Süphan Dağı’nın zirvesine yaraşır yücelikte olan iki gülün yanında oturup, rüzgârın eşlik ettiği Xecê’nin dizelerini dinledi. 

“Serê çiyayê Sîpanê Xelatê bi mij e

Binê çiyayê Sîpanê Xelatê bi mij e

Kê dîtiye, kê bînaye

Ku nêçir, nêçirvan bikuje

Gakûviyo, te strudirêjo weke bejna

Çawan te ji hev kir destê jin û mêro

Strudirêjo weke dara sûkê

Çawan te xirab kir bextê xort û bukê” (2)

Yere düşen kutunun sesiyle irkildi. Gözlerini açtı. Kanepedeydi. İlaç kutusunu yerden alıp baktı. Bu uyku ilacı değil, vitamin takviyesiydi. Nasıl bu kadar derin uyuyabildiğini anlamadı. Açık pencereden içeri yalancı bahar doluyordu. Zoraki kalkıp dışarı baktı. Komşu adam, dilinde bir türkü ile bahçedeki kırmızı gülleri suluyordu. Tanıdık ve yüksekten bir sevda türküsüydü bu. 

Notlar:

* Sîyabend û Xecê Destanı: 

Kürt edebiyatının en önemli aşk Destanına göre Süphan dağı’nın kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarında avcı bir genç gezinirdi. Adı Siyabend’di. Avcıların içinde en cesaretli en atılgan en yakışıklı olan Siyabend’in gönlü Xecê’deydi. 

Siyabend’in yiğitliğine, mertliğine ve saygısına doyum olmazdı. Ama ne yazıkki fakirdi. Ne Xecê’nin babasının isteyeceği başlığı verebilir ne de bu konuda adım atabilirdi. 

Xecê’nin başlığını ödeyemeyecek durumda olan Siyabend, Xecêyi kaçırmaya karar verir. Süphan dağının derin vadilerinin kendilerini koruyup kollayacağını bildiklerinden, O’na sığınırlar. Siyabend’in uykusu gelir. Uyurken bir damla Siyabend’in alnına düşer. Xecê’nin gözyaşı olduğunu görür. Neden ağladığını sorar. 

Xecê:

-Biraz önce çirkin bir geyik çok güzel bir geyiği önüne katmış götürüyordu. O kadar güzel geyikler vardi ki ardında ama o çirkin geyik hiçbirini o güzel geyiğe yaklaştırmıyordu. Diğer güzel geyikler korkularından yanaşamıyorlardı bile. Hele içinde bir vardı ki tıpkı sana benzettim. Bu yüzden tutamayıp kendimi ağladım. 

Bölgenin en usta avcısı Siyabend hemen doğrulur. Kılıcını kalkanını kuşanır. Ok ve yayını alır. Çok geçmeden geyiklere yetişir. Yayını hazırlar, okunu sürüp fırlatacakken geyik anlamış gibi Siyabend’e yanaşır. Boynuzunu Siyabend’e saplayarak onu uçurumdan aşağıya fırlatır. 

Xecê meraklanır. O’nu aramaya başlar. Geyiklerin yanında göremez. Derenin dibine doğru aramalarını sürdürürken derinlerden bir inilti duyar. Siyabend kocaman bir dal parçasının üstüne düşmüştür. Rivayete göre Xecê de bu sivri dal parçasının üstüne atlar. Siyabend’le Xecê’yi ayıran sivri dal ikisini tekrar bir araya getirir fakat cansız bir şekilde. 

Derlerki her yıl Siyabend ile Xecê’nin mezarında kan renginde iki gül biter. Bu güller bir birine sarılmak üzere iken bir deve dikeni de aralarına girer bu iki gülün kavuşmasını engeller. 

 (1)Xecê, benim güzel Xecê’m 

Nasıl da olmadı ikimizin muradı

Biz de Süphan dağına

Kursaydık güzel bir çadır

Xecê yapma, ağıt yakma

Al yanaktan, yaş akıtma 

(2) Süphan dağının başı sislidir

Süphan dağının altı sislidir

Kim görmüş, Kim işitmiş

Av avcıyı öldürsün

Geyiğin boynuzu uzun tıpkı boyum gibi

Nasıl ayırdın iki sevgilinin ellerini

Sukê ağacı gibi uzun boynuzlu

Nasıl yıktın gelinle damadın bahtını 

You may also like...

1 Response

  1. GUSMENA S.N. says:

    çok güzel bir hikaye olmuş ilki. umut ediyorum ki ilkinin devamı vardır ve gelecek sayıda da gelecektir. ikincisi içinde, üzüldüm, diyebilirim. duygulandım. keder ağır kaçar ama bir yokluk, hiçlik verdi, bana yani. hangi ırk olursa olursa olsan DESTAN olmuş hikayedeki birbirini seven kişiler HEP AYRI ya da ÖLÜ ya da bilmiyorum. öyle işte. hüzün verdi. Esra Hanım çok iyi yazmış. Kürt Edebıyatının harika bir eseri çok iyi kurgulamış, bizlere de tanıttırmış. umarımbir şekilde bir tarzda bir devamı vardır. teşekkürler.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *