GALOŞLAR
YUSUF TORUN
Daha çok hastanelerde kullanılan ve ayakkabıların üzerine geçirilen galoşlar, yaklaşık son yirmi beş yıldır yaygın olarak kullanılıyor. Ve ben ne zaman bir hasta ziyaretine gitsem, ayakkabılarıma o galoşları geçirdiğimde ayaklarımı bir üşüme alır. Çoraplarımın ıslaklığını hissederim. Yalın ayak sulara bata çıka yürüyor gibi gezindiğim duygusu ürpertir beni. Bir de ayaktan aldığım soğukla beraber titreme hissi… Nedenini anlamak için aradan uzun yıllar geçmesi gerekiyormuş.
Herkesten parasını alıp birer çift galoş veriyorlar. Hasta ziyareti yapılırken bunlar mutlaka giyilmeli. Yoksa servise çıkartmıyorlar. Bir yerde onlar da haklılar. Köyden çıkıp ayakkabılarına bulaşan hayvan pisliği ile buralara kadar gelebilenler var. Her katta da temizlikçi yok tabi. Kadro sınırlı. Az adam çalışıyor. Hademenin biri iki kata bakıyor. Diğer hademe ise hem katın temizliğine, hem de çay ocağına bakıyor. İkisinin de kafalarını kaşıyacak zamanları yok. Üstüne üstlük, hasta ziyaretlerine gelenlerle uğraşmak da cabası. Adamlar haklı, bu adına galoş dedikleri şey, yani poşet, şart. Her bir çift poşet iki yüz elli bin lira. Çarşı pazarda birbirinin çay parasını ödeyen amcalarımın her biri, kendi poşet parasını ödüyor. Çünkü bu poşetler gerçekten pahalı! İki çift poşet alacağına meşhur ucuzluk diyarı ruspazarından iki çift çorap alırsın. Bir de çorapları içine koymak için bedava poşet. Hâlbuki bu poşetler tek kullanımlık, fakat çoraplar ne de olsa uzun ömürlü. Yıka yıka giy. Tek sıkıntı, çorapları ayakkabıların üzerine giyememek! Her şeye rağmen bu poşetler gerçekten pahalı.
Servise çıkıyoruz. Babaannem midesinden rahatsızlandığı için yine yatırılmış. Ne zamandır böyle hasta. Doktorlar bir teşhis koyamıyorlar, çünkü tahlilleri her defasında sağlam çıkıyor. Kanser olduğu anlaşılıncaya kadar uzun bir süre tahlilleri hep temiz çıkmıştı rahmetlinin. Onun hasta olması beni üzüyor. Hem de çok… Ama öte yandan onun burada olması bana iyi geliyor. Aileden birileri burada olunca mutlu oluyor insan. Başka bir şehirde yatılı okulda okurken, bir başına kendini yapayalnız hissediyorsun.
-Amca alabilir miyim o çıkardığınız poşetleri?
-Tabi ki!
Ayakkabılarının üzerindeki pembe renkli galoşları çıkardıktan sonra içi içe geçirerek bana veriyorlar. Kimse onlara ne yapacağımı sormuyor. İnsan, giyilmiş galoşları ne yapar ki? Belki öğrenci olduğum için her seferinde bu ziyaretlerde para verip galoş alacağıma, bu yöntemle tasarruf yapacağımı düşüncesi onlara daha mantıklı geliyordur. Fakat bana ne yapacağımı sorsalar söyleyemem utanırım. Hem bilsinler de istemem. İki hafta sonra, hafta sonu evci çıkacağım nasılsa. O zamana kadar bu poşetler işimi görsün yeter. Kimse bir şey sormasa da önemli değil. Herkesin derdi kendisine yetiyor zaten.
Babamları bırakıp ayrıldıktan sonra, hemen pansiyona koştum. İlk işim ayakkabımı çıkarmak oldu. Sonra çoraplarımı çıkardım. Islanmış ayaklarım buruş buruştu. Hemen kuru bir çift çorap geçirdim ayağıma ve yıkayıp kuruttuğum galoşları giydim. Artık ayakkabılarımı giydiğimde içeri giren su çoraplarımı ıslatmayacaktı. Ayakkabılarımın altındaki yırtıktan sızan suya karşı bir müddet daha dayanabilecektim. Öte yandan utanıyordum da. Yatılı okullarda çocuklar çok acımasız olabiliyorlar. En küçük bir hareketiniz aylarca alay konusu olabiliyor. Bir yandan poşetlerin kızların rengi diye bilinen pembe renkli oluşu, öte yandan ayakkabılarımdan dışarı taşması beni çok korkutuyordu. O haliyle ayakkabılarımı kaç gün giydiğimi hatırlamıyorum.
Sonra bir gün anneme söyledim telefonda, ayakkabılarımın delindiğini, su aldığını ve ayaklarımın çok üşüdüğünü. Annem de babama söylemiş. Bir çift bot alıp göndermişti babam. Botun içine de bir havlu çorap ve birazda harçlık koymuştu. Babamın bana yolladığı botlar, hayatım boyunca giydiğim ayakkabılarımın içerisinde, alırken en mutlu olduğum ayakkabılardı. Daha fazla sevindiğim ayakkabım olmamıştır ki bugün onu yazabiliyorum sadece. Çünkü çoraplarımı giyerken üzerine bir daha pembe galoşları giymeyecek, o pembe galoşların ayakkabılarımdan dışarı taşan yanlarını gizlemeye çalışmayacaktım. Galoşları çıkarıp o utancı saklamaktan kurtulmanın, su alan ayakkabılarla sırılsıklam olmuş üşüyen ayakların bayramıydı bu, sadece bir ayakkabı almış olmanın değil.
Aradan uzun yıllar geçti. Bendeki bu sancı bir gün yeniden nüksetti. Kendi ülkemden sürgün oluşumun üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Ailemi bıraktığım coğrafya, ülkemle kendi arasına sınırlar çizilmesine rağmen bana ve birçok arkadaşıma vefasını gösteren Kürt coğrafyasıydı. Ailem orada ben ise onlardan binlerce kilometre uzaktaydım. Çocuklarımdan uzakta geçirdiğim ikinci bayramı da geride bırakmıştım. Hem yalnız, hem sürgün hem de henüz aileme el uzatamayacak kadar zor bir durumdaydım. Hâlihazırda resmi evrak işlemlerim bitmediği için ailemin yanına gidemiyordum. Tek tesellim, çocuklarıma güzel bir gelecek vadeden bir ülkede oluşumdu. Biraz daha sabredip onları yanıma aldıktan sonra tüm sıkıntılarımız geçecekti.
Bahsettiğim bayram Irak Kürtlerinin kendilerine özgü geleneksel kıyafet bayramı olan, “Cıl-e Kürdi” bayramıydı. Büyükten küçüğe herkesin yerel kıyafetler giydiği Kürtlere has bir şenlik denebilir. Okullardaki çocuklar, şehirdeki kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler kısaca herkes o güne hazırlığını yapar, o gün geldiğinde de yerel kıyafetlerini giyer öyle gezerdi.
Eşim o gün oğlumun bir resmini yolladı. Üzerindeki yerel kıyafetler o kadar yakışmıştı ki, o an onu alıp yüreğimin içine sokabilirdim yanımda olmuş olsaydı. Fakat ben çok uzaklardaydım.
Oğlum, resimde gördüğüm üzere mutlu ve mesuttu. Resme biraz dikkatli baktığımda, gözlerim, evlat güzelliğinin ötesinde bir noktaya takıldı kaldı. Bakışlarımın donuklaştığı noktaydı orası. İçimde derin bir titreme, kalbimde inanılmaz bir sancı başladı. Gözlerimdeki yaşları tutabilmek için dişlerimi sıkmak zorunda kalıyordum.
O güzelim yepyeni kıyafetlerin altına giydiği ayakkabıları yırtılmış ayak parmakları ayakkabıdan dışarı çıkmıştı evladımın. Kim bilir nasıl utanmıştı o ayakkabılarla! Babasının galoşları saklayabildiği gibi o parmaklarını saklayamazdı da.
Nihayetinde çocuktu işte ve fotoğraf çekilirken belki de yüzüne zoraki bir gülümseme oturtmaya çalışmıştı. Bu gülümsemenin altında kopan fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. O masum çocuk kalbinden başka. Mevsim bahardı. Ayakları üşümüyordu belki ama diğer çocukların karşısında ayakkabılarının yırtık ve parçalanmış oluşu utancı boynuna asılıydı belki de.
Fotoğrafı izlerken kendi çocukluğumda duyduğum o mahcubiyet, o mazlumiyet hissi gözlerimde canlanıyordu. Bir kış mevsiminde babasının koruyuculuğu, gözeticiliğinden uzaklarda, yırtık ayakkabılarından sızan suyu galoşlarla engellemeye çalışan bir evladın, aradan geçen onca yıla rağmen yine babasından uzakta yırtık ayakkabılı çocuğu olmuştu benim oğlum. Ayakkabılarımız yırtık, kalbimiz buruk, içimize sığmayan fırtınamız ise devasa. Nasıl baş ediyordu acaba bu duyguyla. Onu bu zor durumda bıraktığım için bana kızgın mıydı? Benden nefret mi ediyordu, yoksa sadece kalbi mi kırıktı? Zavallı çocuk. Bilse benim o an neler hissettiğimi, kim bilir belki o bana acırdı.
İşte o gün içime tarifini biraz evvel yaptığım sıkıntı geldi oturdu. Çocuklarım benim çektiğim sıkıntıları çekmesin diyeydi bütün çabam. Yıllarca gece yarılarına kadar suç dünyasıyla mücadelem, kötü niyetli meslektaşlarım içinde temiz kalabilme gayretim, karşılıksız fazla mesailerim, üzerimize kopan temmuz fırtınasının ardından derdest edilmemek için teslim olmayışım, hapishane köşelerinde onlar sürünmesin diye aylarca kaçışım ve bir şafak vakti eşkıya gibi sınırı geçişim ve daha birçok şey onun içindi. Ama tüm çabalarım ona bu mutlu günde güzel bir ayakkabı giydiremeyecek kadar yetersiz kalmıştı. Maddi yokluktan değil sahipsizliktendi bu yoksunluk. Yani sadece babasızlıktan.
Sonra babamı hatırladım o an. Delindiğinden dolayı su alan ayakkabılarla gezdiğimi anladığında, kim bilir belki o da çekmişti bu sıkıntıyı. Dilimde şimdilik tek söz “Affet beni çocuğum!”
hikaye güzel. tebrikler ve teşekkürler.