YOKUŞLARDA KAYBOLAN ANILAR

Zehra Azize

Üniversiteyi kazandığım seneydi.  İstanbul o yazdan kalma sonbahar sarhoşu günlerini yaşıyordu. Evde,  annemlerde, yüreğimde tatlı bir telaş vardı,  biraz da hüzün. Onlar belli etmese de özellikle babamın,  gözbebeklerine hasretin buğusu çökmüştü.  Babam ne çok severdi beni,  öylesine severdi ki aradan geçen çeyrek asra  rağmen hala onun sevgisi bitmek bilmeyen bir kaynak  yüreğimde. Bense tüm korkuları rafa kaldırmış,  sadece biraz ailemden,  çokça İstanbul’un büyüsünden uzaklaşmanın hüznü,  ama gençlik işte, kendime yeni bir hayat kurmanın,  keskin sınırlara rağmen özgür olacak olmanın sarhoşluğuyla gün sayıyordum.  Bende derin izler bırakacak o küçük ama mağrur Anadolu şehrinin kapısını aralamak için.

Mutad olduğum üzere bir Üsküdar ziyareti yaptım.  Güneş parlaklığını beyaz bulut kümeleri arkasına saklar ve deniz mavi çalkantılarını beyaz köpüklerle kıyıya vururken,  bir Eminönü vapuru  sessizliği yırtan düdüğünü hoyratça çalar ve telaşlı insanlar saniyeleri aşıp,  son anda iskeleden gemiye atlarken,  bir martı geniş kanatlarını açmış rüya gibi süzülürken,  bir çingene rengarenk çiçeklerin içinde renksiz ve hoyrat hayatını yaşarken,  o meşhur çeşmenin önünde beklerken bir aşık sevdasını,  tam da o anda Mihrimah Sultan’ın minareleri çağrıya dururken,  sokağa taşınmış babadan kalma ocağında leblebi kavururken bir esnaf ve bu kokunun daveti yayılmışken buram buram etrafa,  işte olağan bir Üsküdar gününden,  olağan bir Üsküdar ziyareti,  beni önce o yokuşa yönlendirdi.

Üsküdar’da meşhurdur,  dar sokaklar çıkar karşınıza ve bu sokaklar sizi keşfe çağırır. Bu keşfi zaferle noktalayabilmek için önünüze çıkan dik ve ritimsiz merdivenleri aşmanız gerekir.  İşte böyle merdivenli bir yokuş ki,  hayatıma girdiğinden beri bütünleşmiştir  ruhumla, hüznümle sevincimle.  İlk kez onun duvarlarında okudum.  Ustalıkla çizilmiş,  yer yer boyası silinmiş büyük,  mavi,  umut dolu bir yunus balığının  altında,   eğri büğrü harflerle  ”Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey” satırlarını.  Bu satırlarla sonraları bir Livaneli şarkısında buluşunca ne çok heyecanlanmıştım.  Yokuşu tırmanırken ruhum derviş yönüne teslim olmuş,  az sonra gideceği mekanın,  makamın mistik havasına hazırlanmaktaydı.  Adımlarım beni müdavimi olduğum türbeye ulaştırdı.  İnsanlar akın akın o meşhur zatı ziyaret eder, umutlarını, korkularını  O’na emanet etmenin rahatlığıyla çıkıp giderlerdi.  Fakat o mekanda kalan,  o mekanın müdavimleri vardır hep.  Kediler mesela, mekanın sahibi olma rahatlığıyla bir gölgede uyuklayan veya tembel adımlarla yeni ziyaretçilere sırnaşan kediler..

Sonra mezar taşları; çok eski, kavuklu, küçük, büyük,  zamanının statüsünü günümüze taşıyan,  yer yer kırılmış mezar taşları..  Eğer onları görme şansınız olursa dinleyin, dinlemeye çalışın. Size anlatacak hikayeleri vardır onların.  Kiminin hüznü, kiminin zaferleri,  kiminin mutlu hikayesi Aslında zaman geçse de değişmeyen hikaye başlıklarıdır hepimizin öyle ya da böyle sahip olduğu..

Benim hikayem, orada bulunan başka bir sakinle ilgili.  Bir tesbih satıcısıyla.. Muntazam döşenmiş ve bir ayak üzerine oturtulmuş küçük bir tezgah.  Üzerinde Erzurum işi kehribar,  akik tesbihler.  Tezgahın sahibi gibi görünen fakat türbenin manevi bekçiliğine namzed,  her daim temiz, pak kıyafetleri; kısa yer yer kırlaşmış sakalı,  muhatabına baktığı zaman çakmak çakmak yanan yeşil gözleri ve bu gözleri gölgeleyen  kalın kaşları, uzun kirpikleri, davudi sesiyle,  elinde hep bir ritme sahip kısa tesbihi ve uzaklara, hatta derinlere mıhlı gözleriyle yıllarca benim kahramanım, dertdaşım, dayanağım yeri gelince yardımcım olmuş Hacı amca.  Gerçek adının çok sonraları Hüseyin olduğunu öğrendiğim emekli bir memur. Erzurumlu, kültürlü, saygılı..  Fakat,  beni etkileyen yönü tasavvufi duruşu olmuştur.

Benim henüz toy bir üniversite öğrencisi olduğumu ve makamı ziyareti mutad edindiğimi yaptığımız ilk kısa sohbette öğrenmiş oldu.  O günden belki bugüne kadar dualarında olduğumu hissettirdi.  Bu benim için büyük bir güçtü, zenginlikti.  Anlaşılacağı üzere onunla çok sık görüşemedik,  belki okul tatillerinde uğradıkça türbeye denk geldik bazen birlikte dua ettik,  bazen dertleştik.  Ama bir güçtü işte!  Çok sonradan kıymetini, değerini anladığım.

Bana hep kıssalar anlatır ve onlardan çıkaracağım hayat düsturlarını özetlerdi. Mezuniyet sonrası memuriyette, evliliğimde, gurbetlerimde, babamın vefatında ve son garip gurbet yolculuğumda hep kılavuzum oldu.  Bir ara izini kaybetmiş,  sonra bulmuştum. Şimdi sadece muhayyilemde ve gönlümde yaşıyor.  Bazen ona kızıyorum –onu babam gibi gördüğüm için,  ona kızma hakkını buluyorum kendimde- kızıyorum çünkü ona ulaşamıyorum, sesini duyamıyorum, yaşıyor mu bilemiyorum. Şu derbeder gurbet günlerimde sesinde güç bulmak istiyorum. Ama çoğu kez ona, onun duasına ve telkinlerine, tesellilerine ihtiyaç duyduğum zaman o orada,  çakmak çakmak bakan yeşil heybetli gözleriyle  karşımda durduğunu biliyorum sıcak bir Üsküdar ikindisinde.  Eğer yaşıyorsa biliyorum beni unutmadığını, halen bana dua ettiğini.  Ama yetmiyor bu bilmeler işte.  İnsan duymak, yaşamak istiyor. Şimdi muhayyilemle birlikte bu küçük yazıda da yaşatıyorum onu. Kimler okur, kimler anlar halimi bilmeden,  düşünmeden.  Ama biliyorum ki yaşandı ve bitti dediğimiz anlar bitmiyor, yaşamaya devam ediyorlar bir yerlerde.

Bir gün tekrar bir Üsküdar ziyareti yaparsam, yine o yokuşları çıkarsam,  yine o günleri hatırlarsam çevremde değişen onca şeye inat ve aralarsam türbenin kapısını,   selamlarsam eski dostlarımı aşinası olduğum mezar taşlarını ve yeni müdavimleri olan kedileri oturur türbenin kenarına,  o hep oturduğumuz ve ellerimizi kaldırıp başımızı eğdiğimiz,  gönlümüzü konuşturup,  ruhumuzu mutmain ettiğimiz günleri hatırlar ağlarım doyasıya.  Nicedir içime akıttığım gözyaşlarım belki yolunu bulmuş bir ırmak gibi çağlar gözlerimden. Hatırlarım o günlerin dokunulmaz büyüsünü, çıkarırım bohçalayıp sakladığım duygularımı belki gene o günlere dönerim.  Ve onu görürüm gene tezgahı başında, hangi alemlerde dolaştığı ayırd edilemeyen o davudi bakışlarıyla..

Ruhumun yaşayacağı bir şehrayin hayaliyle sabırsızlanan duygularım o günleri beklemekte bu gurbet ellerinde.

You may also like...

1 Response

  1. Canan DUYUŞ says:

    Ah gurbet… Ah geride kalanlar ve bilinemeyenler… inşallah bir gün yine gidersiniz Üsküdar’a. Kim bilir ne kapılar açılır ruhunuza.
    Kaleminize, yüreğinize, vefanıza sağlık…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *