SEÇİM
Mine Akdemir
Annemle yaptığım her telefon görüşmesi ruhumu yormaktan öteye gitmiyor. Ben aynı savunmayı yapmaktan çok sıkıldım, ama o aynı sitemkâr tavrından hiç bıkmadı. Bazen hak veriyorum ona, onca yılın koş-turmacasında, fedakârlığında onun emeği büyük elbet. Ancak, benim de hayatımla ilgili karar verme hakkım var, ve bu şekilde olunca haklı olarak canını acıtıyor, ne diyeyim?
Bu gürültülü şehre gelişim hiç kolay olmadı. Amcamın, patronum olduğu muhasebe bürosundaki ikinci yılımı çalışıyorum. Aslında ben bir öğretmenim, yani öğretmendim. Bu sıfatı bedenimde ve ruhumda birkaç yıl taşıdım. Taşıdığım en güzel ağırlıktı. Okul müdürümün masasına istifa dilekçemi bıraktığımda, bede- nimdeki yük gitmiş, ruhuma katlarca eklenmişti. O zamanlar, bir savaşçı gibi görüyordum kendimi. Bilgim, özgüvenim, yapmayı planladıklarım, benim mücadele mekanizmam ve yakıtımdı. Kılıcını, kalkanını kuşanmış bir Amazon kadını gibiydim. Şimdiki hayatımda ise hiçbiri olmazsa olmazım değiller.
Birkaç yıl sessizliğe, dinginliğe öylesine alışmışım ki, burada sanki beni son sesine kadar açık müzik kolonuyla bir kavanozun içine koyup kapağını sıkıca kapatmışlar. Gerçi, o sessizlik de hayatımın en gürültülü kararını verdirtmişti bana. Pişmanlık duyuyor muyum? Hayır. Sadece, keşkelerim her gün değişiyor, ama yine dönüp dolaşıp verdiğim kararı onaylamakla noktayı koyuyorum. Hiçbir şeyi değiştirmemiş ve değiştiremeye- cek olsa bile.
İlk görev yerime(ve son)gidişim pek telaşeli olmuştu. Annemin, babamın gururla çeşnili o buruk sevinçleri, kardeşimin odama konmak adına gizlemeye çalıştığı saadetini hiç unutamam, ergen çakal. Babamla birlikte okulumu görmek ve ev ayarlamak için gidişimiz, günlerce alış veriş, bavul ve erzak hazırlama faslı, nasihatler, öneriler…Hepsi yeni hayatım içindi.
Sıra dışıydı elbet bize göre… Aileden, hatta sülaleden ilk kez bir öğretmen çıkmıştı. Kimsenin herhangi bir fikri yoktu, ilginç gelmişti herkese. Gideceğime yakın en büyük sürprizi de babam yapmıştı bana. Eski de olsa, emekli olduktan sonra aldığı ikinci el arabasını bana vermeye karar vermişti. Oralarda lazım olur diye. Kendisine nasıl olsa sıfırını alacaktı. Ne kirli çıkıdır o! .
Başta endişe ettim. Ne de olsa araba masraf demekti. Sonuçta bir holding ceo’su olmayacaktım, ve görüntüsü de pek öyle havalı sayılmazdı. Ama, daha da büyük sürpriz, kaportası yeniden boyanmış, lastikler ve cantlar, koltuk döşemeleri değiştirilmiş gıcır gıcır bir halde anahtarı avucuma konduğundaydı. Her ne kadar evriminden önceki halini bilsem de çok sevinmiştim. Beş yıllık sürücüydüm ve bunu İstanbul gibi bir yerde yapıyor olmak, uzun yola ilk göz ağrısı kızının arabayla çıkacak olması, babacığımın güven duyması için yeterli bir referanstı. Yalnız, arabanın çok özel detayları ne zaman hatırlasam beni gülümsetir.
Görev yerime yaklaşırken gördüğüm ilk oto tamircisinde, babamın “Gece karanlıkta seni daha iyi görürler, güvenli olur” deyip, arka cama çepeçevre taktırdığı ve her frende ışıldayan minik renkli led lambaları söktürmüştüm. Annemin “Arabayı gece kulübüne çevirdin” serzenişi de etkili olmuştu. Ayrıca, annemin aynı cam için yünle ördüğü karpuz dilimini de torpido gözüne tıkıştırmayı ihmal etmedim. Ah benim tontiş tavşanlarım, özür diliyorum. Sizin bu masum detaylarınızla gittiğim yerde ciddiye alınmam mümkün müydü?
Okulum ilçenin üç farklı lisesinden biriydi. Öğrencileri genellikle çevre köy ve beldelerden gelen ço- cuklardı. Sabah minibüslerle gelir, akşam dönerlerdi. Öğlen yemeklerini de okulda yiyorlardı. Yemek dediysem sıranın üzerine yaydıkları örtülere dizilen mısır ekmeği, peynir, domates, haşlanmış patates ve yoğurttan, mevsime göre de meyveden ibaret bir sofraydı. Zaman zaman öğlen okulda kaldığımda ikram edilen o mısır ekmeğinin kokusunu ve lezzetini hiç unutamam. Onda anlaşılmaz bir şey vardı sanki, market reyonundan alsan o tadı veremeyecek bir şey.
Bana ilginç gelen ve sevinç duyduğum şey de, çoğunun okumaya karşı hevesleriydi. Başlangıçta bu durumun sevinci, zamanla anlamaya çalıştığım bir hüzne dönüşmüştü bende. Çünkü okumak, onlara göre bu mahrumiyetten bir çıkış yoluydu. Şartlara göre kendilerine hazırlanıp biçilen, ya da zorunlu olarak ebeveynlerinin kadim hayatını yaşamak yerine, başka ufuklara yelken açmaktı hayalleri. Kaçı başardı bilemem? Ya da başarıdan çıkarılan anlam bu muydu?
Gün boyu cevabını bulamayan, veya cevabı olup da güç yetirilemeyecek sorularla hırpalanan zihinlerimiz, akşama doğru eve dönmenin güzelliğiyle nefes alırdı. Ev, çocukluğumdan beri hep sığınağımdı benim. Aslında güzel bir çocukluk yaşamıştım ama, duygusal öğretilerim öyleydi. İlk bekâr evim de öyle oldu.
Orada tanıştığım ilkokul öğretmeni arkadaşımla aynı evi paylaşıyorduk. Evimiz, şartlara göre fena sayılmazdı. Arkasında küçük bir bahçesi olan iki katlı bir binaydı. Üst katta ev sahiplerimiz oturuyordu. Hüseyin Amca, eşi Sıdıka Teyze, küçük kızları Kübra, oğulları Tekin, ve yaşlı nineleri Mübeccel Teyze. İyi insan- lardı. Özellikle Sıdıka Teyzenin gözlemeleri, ve bol kısmetli kahve falları unutulmazdı. Hüseyin Amca adeta ağabeyimiz gibi korur kollardı bizi. Elinden her türlü tamir işi gelirdi ki, bu durum sıkça bozduğumuz ütü, fırın gibi şeylerde pek makbule geçerdi. Lise son sınıf öğrencisi olan Tekin benim öğrencimdi. Onunla ilgili fikrim pek iç açıcı değildi. Gerek okulda, gerekse dışarıda sıkıntılı bir gençti. Babasına bu konuda gözlemlerimi söy- lemekte hep zorlanırdım. Öylesine iyi bir adamın Tekin gibi bir evladı olması nasıl bir talihti?
Bazı akşamlar, komşu hanımlar ziyaret ederdi bizi. Onlarınki daha çok merak odaklıydı. Tabii, içlerinde bekar oğlu ya da yeğeni olanları da yok değildi. Ev arkadaşımla misafirlerimizi gönderdikten sonra gülerek acaba hangimiz favoriyiz diye değerlendirmesini yapardık. Hepsi çok sevimliydi. En tatlı misafirimiz de küçük ev sahibemiz Kübra’ydı. Bebeğini kucağına alır, kapımızı çalardı. Onun için her zaman çikolatamız ve çöreklerimiz olurdu. Çoğu zaman, sobanın yanındaki minderde uyuyakalır, kucaklayıp yukarı çıkarırdık. Bazen de ona kıyamaz, yatıya misafir ederdik. Tabii gecenin bir vakti anne diye tutturmazsa.
Tekin’e gelince, okulda dışarıda da devam eden bir grup arkadaşlığı vardı. Bu konudaki seçimi benim için hiç sürpriz olmamıştı “Acaba bu durumla ilgilensem mi, ya da kendi haline mi bıraksam?” şeklinde beni bile ikilemde bırakan tavırları çoğu zaman babasının başını öne eğdirirdi. En anlam veremediğim ve beni en-dişelendiren şeylerden biri de aynı sınıftaki Ufuk’un da onun arkadaş grubunda oluşuydu. İyi bir çocuktu ve derslerinde de çok başarılıydı. Anne ve babası ilçenin belediyesinde memur olarak çalışıyor, ve ellerini daima üzerinde tutuyorlardı. Ancak her ergende, ne kadar ilgili ve sevgi dolu bir ebeveyn de olsa, kendi koyduğu bir sınır illâki vardı. Ve ancak o izin verdiği ölçüde aşılabiliyordu maalesef. Bu durumda Ufuk’un, böyle küçük bir alanda arkadaş tercihinde fazla seçeneği olmayabiliyordu. Ya içlerinde olacak, ya da yalnız kalacaktı. Gönlüm razı olmasa da anlamaya çalışıyordum.
Bu gözden çıkarılamayacak çocuğu Tekin’in öfkeli ve arsız bakışlarına, tavırlarına muhatap olma pahasına katlanarak, defalarca ikaz etmişliğim vardı. Hiçbir işe de yaramamıştı. O, tercihini belki çok gönüllü olmasa da, bu ele avuca sığmaz gruptan yana yapmıştı. Okul içinde pek takılmazdı onlara. Örnek bir öğrenci profili çizerdi hep. Öyleydi de. Dersine giren diğer meslektaşlarım da aynı fikirdeydi. Özellikle, üniversite sınavında ondan çok ümitliydik. Küçük yerleşim alanlarında, bu sınavdaki başarı oranı, büyük kentlere göre, ayakta kalabilme, fark edilme, rüştünü ispatlama açısından çok daha önemlidir. Çünkü asla eşitlenemeyen şartlar, mahrumiyet, herkesten daha çok çabalamayı gerektirir. Başka çareniz de yoktur. Bu kaygılar, Ufuk gibi bir avuç öğrenciye bel bağlamak, destek olmak için zaten zor olan şartları daha bir zorlar. Yani, çabamız en iyiyi yakalamak şöyle dursun, eldekiyle olabileceğin en iyisini yapmaktı. Zaten kolay olan ne vardı ki? Ben bunu ancak orada öğrenmiştim. Bir şey daha vardı öğreneceğim, o da ne kadar az şey bildiğim. Ve o yaşıma kadar düz biri olarak hiçbir ayak direten kararım olmayan ben, bir ilki yaşamıştım.
İlkin başlangıcı, Mübeccel Teyze’nin hastalandığı geceydi. Yoğun bir günün ardından, ev arkadaşımla akşam yemeğimizi yedikten sonra, kapımızın hiç çalmaması temennisiyle köşemize çekilmiştik. O, ertesi günün dersini gözden geçirirken, ben de yazılı kâğıtlarımı almıştım. Uzunca bir süredir oyalayıp duruyordum çocukları, ve bunun bedeli olarak da yazılı kâğıtlarından oluşan bir yığınla başa çıkacaktım. Arkadaşımla sadece ara sıra bir şeyler atıştırmak dışında, sobanın etrafındaki minderlerimizde başka boyuta geçmiştik. Kâğıtlardaki rakamları çoğu zaman “şudur galiba” diye tahmin etme çabam, Edebiyat öğretmeni arkadaşımı hatırlatır, gülümserdim. Bir keresinde bana “Sen yine yazılı okuma konusunda şanslısın, şikâyet etme. Ben o harfleri çözebilmek için ne işkence çekiyorum bir bilsen? Hatta bir keresinde, kâğıtlardan birkaçını çarşıdaki eczacı komşuma götürdüm bana tercüman olsun diye. Adam reçete okumaktan Kaligrafi uzmanı olmuş. Doktor yazıları malum”demişti. Ben o işi eczacılara taşımak yerine, ev arkadaşımın yardımına, veya diliyorum ki öyledir diye göz kararıma bırakmıştım, yine de yaşasın rakamlardı!…
Hep gülümseten şeyler yaşamadık elbet. O gecenin geç bir saatinde, merdivenden inen telaşlı ayaklar kapımızın önüne kadar gelip hızla kapıyı çaldıklarında her şeyi bırakıp koştuk. Gelen Hüseyin Amca ve Tekin’di. Mübeccel Teyze fenalaşmıştı, hastaneye götürülmesi için arabaya ihtiyaç olmuştu. Ambulansın gelmesi zaman alabilirdi. Belki şehre de götürmek gerekebilirdi. Yedek anahtarımı Hüseyin Amcaya verdiğimde, kapıda bir araba olmasının ne kadar isabetli olduğunu düşünmüştüm. O gece için öyleydi.
Mübeccel Teyze üç gün kadar şehirdeki hastanede kalmıştı. Eve getirdikleri zaman kadıncağız çok bitkindi. Kontrol ediliyordu ama ara sıra kötüleşiyordu. Tedbir olarak, arabanın anahtarını almamıştım. Hüseyin Amca, herhangi bir durum olursa anayola çıkmak kolay olsun diye arka bahçedeki kapıya çekmişti. Dolayısıyla pencereden görmem mümkün değildi. Göremediğim ne çok şey vardı?
Bazen hızlı karar vermeniz gerektiğinde, sadece o anki duruma odaklanıyorsunuz. Sanki hele o anı kurtarsın, sonrası ehemmiyetsiz, ya da sonra bakarız gibi. Yaşlı kadının durumu elbet önemliydi, ancak Tekin gibi bir ergenin olduğu babaya araba anahtarını gözü kapalı emanet etmek. Ne o anın, ne sonrasının telafi edilemeyecek bir hata olduğu gerçeğini kurtaracak bir şey yoktu. Jandarma gecenin geç saatinde kapımıza dayandığında anlamıştım.
Tekin’in arkadaşlarıyla, babasından gizlice aldığı arabamla yaptığı gece gezisinin pahası, kendisi de dahil olmak üzere birçok hayatı altüst etmekti. Hurdaya dönen arabamda birkaç kırıkla atlattıkları gecenin kaybedeni Ufuk olmuştu. Gezinin zorunlu gönüllü kurbanı bu çocuk, günlerce yoğun bakımda kaldı. Pes ettiğinde, suçlu aramayı, artık sorgulamayı çoktan bırakmıştım. Çünkü bulmuştum.
Takip eden günlerde, sınıfımda ve öğretmenler odasında maruz kaldığım, kelimelere dökülmeyen, usulen selamlaşmalar, boş kalan yerleri benim doldurduğum kaçamak bakışlar, sessizlik doğru ya da abartılı olduğunu hiç sorgulamadığım kararımı hızlandırmıştı. Yaşananlarda kimin payı ya da boşluğu olduğu umrumda değildi, hiç sorgulamadım. Sıkça duyduğum empati, öngörü gibi olması gereken eğitimci sıfatları bende yoktu. Başaramadım. Ben sadece kendi kalemimi kırdım. Fildişi kulemin bütün burçları birer birer yıkılmıştı ve altında ben kalmıştım.
Bir hafta dayanabildiğim süreci, müdürümün masasına bıraktığım, istifa dilekçemle bitirdim. O günlerdeki duygularımın tahlilini yaptığımda, mesleğe orada ya da başka bir yerde devam ediyor olsaydım da değişen bir şey olmayacaktı. Önyargılar, ve daha da önemlisi, tedbirsizliğimden, Ufuk gibi bir gencin sönen pırıltısından dolayı hissettiğim vicdani sıkıntı benimle gelecekti, yeni hayatımda bile benimle olacaktı hep.
Yeni hayat? Neye göre yeniyse artık. İnsan, ömrü boyunca kaç kez yeniden başlar? Bütün başlangıçlar bir öncekinin külü, yığıntısı üzerine değil miydi? O zaman neden adı “yeni”dir? Tıka basa doldurulmuş, incinmiş zihinlerin kaçış için sığındığı korunak mı? Ne çok soru var, cevabı muallaktadır. Belki açıktır, ama ötelenir bir şekilde. Benim sorularım yok. Sebeplerim var. Ve hiçbiri çok da ötede değil.
Üzüntüler de doğabilir bazen iyi niyetten. Vicdanın rahat olması çok önemli. Yeni… Hakikaten düşündürücü bu. Kime göre, neyin üstüne ve ne i.in “yeni” ?
Kaleminize sağlık…. Yüreğinize de.