SÜRGÜN AZATLILAR

Mehtap SEVİNÇ

Şu koca alemde onca halk edilmişin arasında yaratılmışlardan bir yaratılmış var ki bütün alemin çekirdeği olur kendisi.  Ervah-ı alemin en kadim yolcularından,  en kıymetli misafirlerinden,  en unvanlı isimlerindendi.  Öyle kadim bir yaratılıştır ki bu cevherini kendi içinde saklayan.  Kıymetli cevheri farklı kılan diğer halk edilmişlerin aksine dıştan değil özden olmasıydı.  İç aleme can veren öz; farkındalıkla parlar,  aşkla coşar dururdu.

      Evet… insan diyor ve ekliyorum.  Bir yazının başlığı gibidir bazen.  İçerisindekileri tamamıyla anlatmaya gücü yetmeyen/ yetemeyen ama tek başına asil duran… Onca sayfanın anlatamadığını iki cümlenin asilliğinde saklayan. Bütün anlamlandırılmışlığına rağmen anlam peşinde koşmaktan geri durmayan bezm-i elest yolculuğunun en şaşkın yolcusu.

         Böyle başlamıştı yaşlı çiftin bu akşamki konuşması.  Yaşlanınca dünya,  ya daha fazla anlam taşır veyahut elden ayaktan düşer gibi iyicene anlamsızlaşır bizlerin ona verdiği kıymet.  Her ne olursa olsun değerini de değersizliğini de anlama yükleyen bizler oluyoruz.  Normalde bu akşam hep erteledikleri bir türlü konuşmaya fırsat bulamadıkları konuları konuşacaklar idi.  Ama konu bir anda farklı bir mecraya kaymış,  altmış yıllık hayat arkadaşı farkına varmadan ya da olanca farkındalığıyla -ki ikinci seçenek kuvvetle muhtemel- ona bunlardan bahsetmeyi uygun görmüş olacaktı.  Yaşlandıkça böyle konuları daha çok konuşur olmuşlar,  eski neşeli konular yerini felsefi anlamlı ağır başlı konulara devretmişti.  Seksene merdiven dayamış Enise Hanım bazı bazı konuşmaya eşlik etse de çoğu kez aktif dinleyici durumunda kalmayı tercih eder bazen de “ne gereği var da bunları anlatıp can sıkıyor acaba? ” diye içinden geçirdiği de olmuyor değildi hani.  O da kendini böyle avutup gün dolduruyordu işte,  n’apsındı?  Besbelli yalnızlık onun da canını sıkıyor,  sıktıkça da çenesine vuruyordu Asım Bey’in.  Böyle böyle birbirlerine can yongası oluveriyorlardı,  çocuklar yuvadan uçtuklarından beri.

         Yaşlandıkça anılara daha fazla sarılır olmuşlardı,  yıllardan yaş alıp ömür terkilerine hak vaki oluncaya kadar zaman dolduran bu ihtiyarlar.  Çünkü anılar biz insanoğlunun umutlarının çiçekleriydi.  Ha bire o çiçeği sulamak isterlerdi,  ömür nimetinin bu coğrafyasına demir atmış fanileri.  Ha bire diri dursun ister,  tıpkı bir çiçeğin serpilmesi için gerekli ilaçları vererek büyütmek gibi… sanki böyle yapınca anılar dirilip de adeta “bakın ben anı değilim,  şu an yaşanılan hali hazırım.” diyecek.  Hep taze ve her an hortlayacakmışçasına da diriydi.  Öyle ya da böyle uzak diyarların sürgün atlılarını bu yaşanmışlıklar ayakta tutuyordu.  Onlar kimseye bel bağlamaz kimsenin umuduna tenezzül etmezlerdi.  Görünüşe bakılırsa tenezzül ettikleri tek şey anıları ve umutlarıydı.  Kim bilir… belki onlar da kedilerini bu şekilde iyi hissediyorlardı.

      Onlar böyle kâh konuşup kâh düşünedursunlar yatsının vakti gireli epey olmuştu.  Anılara bezenmiş yaşlı ve yorgun bedenleri usulca kalkıp abdest almaya yöneldi.  İkisinin de kemiklerinden ses geldi kalkarlarken.  Yaşlılık birden bastıran lapa lapa kar gibi çöküvermişti onlara da.  Yatsıdan sonra uyudular.

         Sabahın çok erken saatlerinde uyanıp günün bereketini yakalamak karı-kocanın en güzel ve en eski adetlerindendi.  Güneşin doğmasına iki saat kala uyanırlar bahçedeki çeşmelerinin buz gibi suyundan abdest alıp gelip üst katın balkonunun kapısını,  penceresini açıp eve huzur içirirler.  Bir kış yanlarına ziyarete gelen akrabaları kışın soğuğunda neden böyle yaptıklarını sorunca “sabahları melaikeler Allah’ın izniyle rızık dağıtmaya çıkarlar.  Eğer ev sahibi kapısını bacasını açıp eve sabahın nurunun girmesine izin vermez ise o ev; rızıktan,  günün bereketinden bi-nasip olur.” Cevabını vermişlerdi.  Bu durumu tam olarak bir mantık çerçevesine yerleştiremese de önemli olanın niyet olduğunu düşünmüştü meraklı misafirleri.  Evet önemli olan da zaten niyet değil miydi?  Başta bir mana veremese de misafirleri,  marifet,  niyetlere mana giydirmek,  umutları hakikate büründürmekti aslında.  İşte o zaman taşlar yerine oturacaktı.  Önemli olanın kıssa imbiğinden düşen hissenin sindirme olduğunun farkına varacaktı.  İhtiyar çiftin,  ihtiyarlık libası bedenlerine yerleştiğinden beri her şeydeki farkındalıkları daha çok artmıştı.  Gençlikte günler hızlı seneler yavaş; kocalıkta günler yavaş seneler hızlı geçiyordu.

 “Duvarları çatlak

  Tavanı dökülmeye hazır,

  Temelinde bitlerin,  karıncaların ince bacaklı böceklerin gezindiği

  İhtiyar evlerde

  Zamanı çekip üstümüze

  Örtüyoruz kirli ve açık yerlerimizi.

Bir şey mi var sandık diplerinde saklanan,  merdiven altlarında unutulan?

Ahır köşelerine atılmış paslı çivilerine asılmış duvarların

Nedir bizi bağlayan bütün bunlara ve geçen zamana?

Siz oturdunuz mu hiç kıldan ince uçurumlarda?

Biz yatıyoruz her gün beli bükülmüş duvar diplerinde.

Uykumuz ürkek ceylanlara benziyor

Bazen yorgun taylara…”

           Bilinen alemin bir garip yolcusuydu şu beşer.  Uzak diyarların sürgün azatlıları idi.  Hatta bazen eski bir sandıktan çıkmışçasına öylesine naftalin kokulu öylesine antika ve kıymetli azatlılar idi.

*Adil Erdem BAYEZIT

You may also like...

1 Response

  1. Canan DUYUŞ says:

    O iki ihtiyarın yanında olmak istedim. Sabah erkenden kalkmak, sabahın soğuğunda üşümek ve bereketi buyur etmek gününe…
    Ne güzel anlatmışsınız. Yüreğinize ve kaleminize sağlık…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *