BİTMEYEN AÇLIK

DİLEK KARA

Sabahları asla erken uyanamazdı.  Göz kapaklarının üstüne kamp kuran şişman teyzeler her gece fenerleri geç söndürdüğü içindi hep.  Yoksa köy yerinde hele de bir kız çocuğunun saat dokuzlara kadar uyuduğu nerede görülmüştü?  Annesinin her sabah onu uyandırmak için gösterdiği insanüstü çaba takdire şayandı doğrusu.  Asla pes etmezdi kadıncağız, hiçbir faydasının olmayacağını bildiği halde. Annesinin uyandırma operasyonu başarısızlıkla sonuçlanınca takviye ekip devreye girerdi.  Önce o tok ve sert sesiyle bir iki seslenir sonra da kızını kollarından tuttuğu gibi yataktan yere indirirdi,  bir çuval gibi.  Babasının bu en sevimli kızgın hali onun için ‘’uykuya devam’’ emri gibiydi.  Halıda uyumak tabi ki yatağında uyumaya benzemezdi ama sonuçta sabah uykusu bu,  öyle kolay ayrılamıyordu onun sıcak ve yumuşak kollarından.  Ta ki kurulan kahvaltı sofrasından gelen çay kaşığının ince belli bardakla söylediği şarkıyı duyana kadar… Ah o ses yok mu o ses,  bütün hücrelerine kadar işler,  göz kapaklarında miskin miskin uyuyan şişman teyzelere bile halay çektirirdi.  Tüm çalar saatlerin kulak tırmalayıcı  sesine mukabil müziğin en güzel notalarının bir araya gelerek oluşturduğu kusursuz  bir ahenkti… Ona göre kahvaltı sofralarını bu kadar lezzetli yapan işte bu sesti.

       Çay kaşığının davetkar sesini duyduğu o anda,  yattığı yerden bir anda banyoya fırlar,  yüzünü buz gibi bir suyla yıkar ve balkona kurulmuş kahvaltı sofrasına otururdu hemen. Yazın ortasında bile sabahın bu saatlerinde yanaklarına ‘’günaydın’’ öpücüğü konduran serin bir hava olurdu hep. İnce belli bardağına dökülen çayın dumanını seyreder,  içine bir buçuk kaşık şeker ekler ve başlardı karıştırmaya.  Ruhunu bu nağmeyle doyurduktan sonra bardağı dudağına yaklaştırır ilk yudumun boğazından ince ince akışını,  geçtiği yerlere götürdüğü yaz sıcağını duyumsar,  sabahın serinliğini unuturdu böylece.  Kahvaltının baş köşesi her zaman tere yağı ve çökelek çiftine ayrılırdı.  Sakın ha tere yağını öyle sütten yapılanlarla karıştırmayın!  Annesi,  çeyizinden kalma yayık makinesine iki koca tencere yoğurdu ve evlerinin aşağısındaki çeşmeden getirdiği buz gibi suyu ekler ve başlardı makineyi çalıştırmaya.  Makinenin içindeki keskin bıçaklar döndükçe bir taraftan yağı yoğurttan ayırır diğer taraftan da onu sabah uykusunun sıcacık kollarından… Koca göbekli ve yaygaracı bu yayık,  iki koca tencere yoğurttan ancak yarım kilo kadar yağ verirdi onlara.  On litre ayranı da promosyon olarak vermese kimse kurtaramazdı yayığı onun elinden.  Çökeleğin yapımı bu kadar zahmetli değildi Allah’tan.  Bir tencere kaynar süte az miktar yoğurt ekleyince hızlı bir ayrışma gerçekleşir,  üst kısımda topaklanma olur ve annesi de onu temiz bir tülbentten geçirip bir güzel tuzlardı.  Ama ona asıl tadını veren sadece o yöreye has bir tür baharattı.  Demem o ki;  kavurmalı yumurta, her sabah açılan bazlama,  anne yapımı köy peyniri,   bazlamaya sürülen kayısı reçeli,  taptaze ev yapımı yoğurdun bir parmak kalınlığındaki kaymağı,  tarladan yeni toplanmış mis kokulu salatalık ancak bu ikiliyle anlam kazanır ve o zaman sofra,  gerçek bir kahvaltı sofrası olurdu.

     Özlemin içini kavurduğu bu son günlerde yangınını dindirmek için ne de sık gider oldu köydeki evine.  Yeni hayatına başladığı bu yerlerde de sabahın serinliği yüzüne çarpıyordu ama bir bıçak keskinliğinde.  Hala sabah uykularını çok seviyordu  ve bu sefer o şişman teyzeleri anne veya babası değil, iki küçük yavrusu kaldırmaya çalışıyordu göz kapaklarının üzerinden.  Her iki kolundan tutan yavrucuklar bu kez onu bir çuval gibi yere indiremiyordu.  Arada bir hinlik yapıp su dökmeye çalışırlardı ama bu hamle,  inatçı uykuyu kovmalarına değil daha da yerleşmesine sebep olurdu.  Bazen kocası uyandırmaya çalışırdı asla babasına benzemeyen sesiyle.  Mutfakta kahvaltı hazırlayan annesi de yanında değildi artık.  Hele çay bardağının kaşıkla yaptığı sabah şarkısı… Çoktan unutmuştu.  Çünkü o da çayı şekersiz içenler kervanına katılıp sınıf atlamış ve kaşıkla bardağa ayrılık acısı yaşatmıştı yıllar önce.  Buraya geldiğinden beri ince belli bardağın yerini alan kupalar,  çaya sondan bir önceki darbeyi indirdi.  Dökme çay yerine kullanılan sallama çaylarsa son darbeydi.  Her sabah bir zamanlar annesinin yaptığı gibi mutfağa giriyor,  çocuklarına güzel bir kahvaltı hazırlıyordu.  Taze sıkılmış portakal suyundan, bol kaşarlı ve sucuklu tostlara,  marketten alınan en organik yumurtadan en kaliteli markanın beyaz peynirine,  tahininden pekmezine,  hazır yufkadan yapılmış patatesli böreğe… Ne isteseniz vardı masada.  Birbirine benzer kahvaltılıkları üst üste en fazla iki kez görürdünüz.  Her seferinde bol çeşitli ve farklı bir masa sunardı ailesine ancak bu kadar özenmesine rağmen hiç de lezzetli değildi yedikleri.  Oysa ki marketten en kaliteli tere yağını ve en iyi Türk marka çökeleği de bulmuş,  onları yine baş köşeye oturtmuştu.  

You may also like...

3 Responses

  1. Canan DUYUŞ says:

    Okurken o uyku bende de var, diyerek söylenip durdum kendime. Öyle güzel anlatmışsınız ki hatıralarınıza sağlık.
    Kaleminize bereket,sofranız gibi hele de ilk anlattığınız o sofra gibi…

  2. Esranur says:

    Midem guruldadı 🙂 ama hikayenin sonuna kadar anlamıyorsunuz durumu çok sürükleyici ve anlamlıydı

  3. Emily Yaramis says:

    Öyle güzel hülyalara daldım ki! Yüzümdeki gülümsemeyi terk edemiyorum. Sarıp sarmaladı ruhumu sözlerin ahengi. Kaleminize sağlık. Ne güzel ve içten ifadeler.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *