KAHVE BAHANE

SİNEM DER Kİ

Mahalleli yaka silkmişti huysuzluğundan.

Ne paylamadık çocuk bırakmıştı, ne patlatmadık top. Eskaza bahçesine kaçsa, yine bütün hiddetiyle, elinde bastonuyla çıkagelirdi tel örgülü hapishanesinden.

Sadece mahalleliye bağırmak için çıkardı oradan ve sadece ozaman görürdük o asık, o hep sinirli ve öfke dolu yüzünü. Kimine gürültü yaptınız diye söylenirdi. Kimine yemek kokunuz evime doldu diye bağırırdı. Muhabbet kuşuna bile tahammülü yoktu. Aç kalıp azıcık fazla ötse kuşcağazlar, korkudan hemen beslerdi sahipleri. Yine kapıya gelmesin diye bastonlu deli. 

Evet adını böyle koymuştu ahali ama, içten içe herkes merak ediyordu evini düzenini ve derdini. Kimi kimsesi de yoktu. Bir çalışanı vardı arada gelip bahçeyi temizleyen, hanımının ücretli yaptığı bir kaç kap yemeği getiren, çarşı pazar işlerini gören. Başka da geleni gideni yoktu. O da nasıl dayanırdı bu huysuz ve yaşlı ihtiyara hiç anlamazdık.

O zamanlar, yeditepeli İstanbul’un gerçekten yedi tepeden ibaret olduğu zamanlardı. Mahalle ve mahalleli kültürü etle tırnak gibiydi. -Şimdi aynı apartmanı bırak, aynı evde yaşayanlar bile bîhaber birbirinden ya, neyse.- Ne diyordum? Nasıl da sevinmiştik henüz yeni yeni çıkan renkli televizyonları duyduğumuzda. Biz duyunca hayal bile edemezken, huysuz ihtiyar hemen aldı evine bir tane. Çocuklar bir sevinçle bahçe duvarına tırmanıp izlemek istediklerinde Zeliha’nın ortanca oğlan düştü duvardan. Kırılan kolunun acısıyla feryat figan ağlarken, o yine kapıya çıkmış bastonu havada, söylendikçe söyleniyordu canı yanmış, korkmuş sabiye.

-Ne işiniz var bahçemde, ne işiniz vaar! Hadi evinize.

Mahalledeki bütün çocukların ödü kopardı ondan. Anneler çocuklarını onunla korkuturlardı.

Öyle biriydi işte bizim bastonlu deli…

Mahallenin top sahası denilen toprak alanın dibindeydi evi. Bu yüzden toplar kaçıp duruyordu ya bahçesine. Üşenmeden patlatıp geri atardı hepsini hışımla. Sanki top düşmanıydı mübarek. El mahkum eve gidince bir de evdekilerden azar işitirdik. Malum kıt kanaat zamanlar. Top alabilmek bile büyük lüks.

Buralarda ki en büyük ev bizim delinindi, en geniş bahçe de. Hatta “bahçesinde salıncak bile var,” dediydi bizim sucu Rıza’nın eşi.

Onu da hiç anlamamıştık; çocuklardan bu kadar nefret eden bir adam bahçesine niye salıncak kursun ki? Hem gelen giden bir çocuk da yoktu. Delidir dedik işte. Ne bilelim…

Bir gün mahallenin okuluna çiçeği burnunda, cici bici bir öğretmen tayin oldu. Tatlı dilli, güleryüzlü, herkese cana yakın, gencecik, heyecanlı bir kızcağız. Bir gün bizim taze öğretmen, öğrencileri yakından tanıyabilmek için birer kompozisyon yazdırmış. “Korkularınızı yazın” demiş çocuklara. “En çok korktuğunuz şeyleri kaleme alın.” Çocukların ekserisi korku diye, bizim bastonlu deliyi yazınca, öğretmeni sarmış bir telaş ve merak. Soluğu muhtarın yanında almış. Durumu izah etmiş. Muhtar bu çiçeği burnunda öğretmenin hevesi kırılmasın diye usulca dinlemiş.

Daha sonra;

“-E iyi de hocahanım, biz napçaz ki? Elimizden ni gelir? Adamın kendi evi, tapusu, bahçesi. Atıvercek değiliz ya tapulu yerinden, imza toplayıp. Sen en iyisi analarına birer not yazıver, evde konuşsunlar bi güzel çocuklarla. O delidir doludur, arada çıkar bağrınır, etekleriynen dövüşüp durur ama zararı yoktur kimseye.” demiş. 

Öğretmen muhtarın yanından hayal kırıklığı ile ayrılırken, bir bir gözünün önüne gelen kompozisyon sayfalarının etkisiyle ve birazda çocuksu bir merakla soluğu bizim bastonlu delinin kapısında alır aniden.

Kendi bile inanamazken çalmıştır, sorup bulup çalmıştır bile kapıyı.

-İyi günler amca kahveniz var mı?

-Sen kimsin!

-Biz yeni taşındık bu mahalleye ismim Safiye, şu köşedeki beyaz evde oturuyoruz. Annemle temizlik yaparken pek yorulduk. Kap kacak varda, kahveyi bulamadık.

-Safiye mi?

-Evet.

-Var.

-Efendim?

-Kahve istemiyo musun sen? Var dedim.

-Haa tamam.

-Ama veremem.

-!?

-Gel içeri kendin al.

-Be..ben mi? Tamam tamam ben alırım.

Genç öğretmen, bastonla kovulacağını düşündüğü kapıdan, içeri davet edilmenin şaşkınlığı içindeydi. 

Bahçeden içeri adımını atar atmaz, özenle büyütülmüş rengarenk çiçeklerin kokusu, boy boy meyve ağaçları ve bir de sevimli bir kedi karşılamıştı onu.

“Ne huzurlu bir yer. Bu adam burada yaşayıp nasıl bu kadar sinirli olabiliyor ki ?” diye geçirdi içinden.

Bahçeden eve doğru kıvrılırken, kapının kenarına dizilmiş iki çift ayakkabı çekti dikkatini. Birisi bayan, diğeri kız çocuğu.

-Misafiriniz mi var? Ben rahatsız mı ettim?

Yaşlı adam cevap vermeden kapıyı açtı.

Safiye öğretmen biraz ürkmüştü. Hayalinde canlandırdığı, kalın perdeleri sıkı sıkıya kapalı, sessiz ve ruhsuz evden düşünde bile korkmuştu; ancak daha evin kapısından içeri girer girmez mis gibi fesleğen kokusu içine huzur vermişti.

-Kendiniz mi yetiştiriyorsunuz?

-Emanet onlar dokunma.

-Emanet mi, kimin emaneti?

Yine cevap yoktu. Safiye öğretmen uzun koridorda ilerledikten sonra odadan geçerken, gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.

-Bunlar da kim? 

Evin bütün duvarları mutlu aile fotoğrafları ile doluydu. Yaşlı adam, neredeyse hiç boş yer bırakmaksızın resmetmişti duvara hayatını.

-Bu siz misiniz ? 

Yaşlı adam sorulardan kaçarcasına:

 -Ne çok soruyon sen? Kahve mi istiyon, teftişe mi geldin?

Genç kız bir yandan ürküp bir yandan da fırsat bu fırsat diye düşünürken bulduğu cesarete sıkıca sarıldı ve gözlerini sıkıca kapayıp birden;

“-Ben aslında sizi merak ettiğim için geldim.” Dedi.

Tek çırpıda ağzından çıkan bu cümleyle, hem kendini hem de yaşlı adamı hayrete düşüren Safiye Öğretmen, titrek bir sesle sözüne devam etti. 

-Bana kızmayın. Ben mahalle mektebinin yeni öğretmeniyim. Öğrencilerimi yakından tanımak için onlara bir kompozisyon yazdırdım, korkularını sordum ve neredeyse hepsi sizden çok korkuyorlar. Bu kadar güzel bir bahçede, bu kadar huzurlu bir evde, böyle anılarla dolu, çiçek kokularıyla kaplı bir odada yaşayan biri nasıl bu kadar sinirli olur da çocukların kâbusu olur, sizi tanımaya, anlamaya çalışıyorum. Beni mazur görün ama öğrencilerim için bunu yapmak zorunda hissettim kendimi. Sizde onların ruhunda bir yara izi gibi kalmak istemezsiniz değil mi?

Yaşlı adam olduğu yere çöküverdi elinde bastonuyla. Ne bağırmaya ne de sinirlenmeye dermanı kalmamıştı. Kahve almak için geldiğini söyleyen -üstelik adı da Safiye olan- bu kızcağız, yıllardır üstünü örttüğü geçmişi, farkında olmadan tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Uzun süren sessizlikten sonra hayret içinde kalan yaşlı adam;

-Yara izi demek haa?… Çocukların hepsi benden mi korkuyorlar, benim gibi kendi kızını bile koruyamamış bir beceriksizden?

-Nasıl yani ?

-Onun adı da Safiye’ydi. 

-Kimin?

-Yaşasa belki senin yaşlarında olacaktı, ama o kahrolası top yüzünden bir arabanın altında can verdi. Benim kızımdı. Her kahve içtiğimde kuş gibi kucağıma tüneyip, “babacığım bir yudum da ben içebilir miyim?” diyen beyaz güvercinimdi.

-Başınız sağolsun çok çok üzüldüm. Peki ya eşiniz?

-Safiye ölünce üç yıl daha yaşadı hanım. Kanser oldu üzüntüsünden. O da gitti aniden. Hangisine üzüleceğimi şaşırdım. Sanki bütün dünya üzerime yıkılmıştı. Tam yirmi yıl geçti üstünden. Köşe bucak kaçtım gölgelerinden. 

-Bu çok büyük bir acı sizi anlıyorum. Allah sabır versin.

-Sokakta top oynayan çocuk gördükçe, mutfakta kaynayan tencere kokusu duydukça onları hatırladım. Hatırladıkça olmayışlarına hayıflandım. Başka çocuklar ölmesin diye bulduğum bütün topları parçadım ama senin gelişinle anladım ki, ben yara izimi kapatmak için, o çocukların hepsini yaraladım. Çok yanıldım Safiye kızım, çok yanıldım. Söyle talebelerine, artık benden korkmasınlar. Onların bir kabahati yok. Kabahatli olan benim. Bu huysuz yaşlı ihtiyarı affetsinler.

Safiye öğretmen duyduğu bu acı hikaye karşısında gözyaşlarına hakim olamamıştı.

Yaşlı adamın öfkesinin altındaki derin ve yıllanmış kederle yüzleşmek onu da sarsmıştı. Genç öğretmenin ellerinde, yaşlı adamın gizli yarası ve öğrencilerinin korkulu rüyası, tıpkı tebeşir tozu gibi uçup gitmişti. Kırk yıllık hatrı kalan kahve bahanesi, bu kez ise kırk ömürlük bir acıdan kalanları dökmeye muktedir olmuştu…

You may also like...

1 Response

  1. Canan says:

    Hikâyeniz uzun daha da uzun olsaydı okurdum yine. Bir düzen var bir bilinmezlikten bir bildiriye yolculuk âsude bir edayla. Kahve içimi bahane ama ne de güzel bir çözüm var sonunda serim ve düğümün hitâmı.” Safiye Öğretmen ” ismi de güzel, mesleği de…
    Elinize,emeğinize,yüreğinize sağlık…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *