MÜLTECİ BEBEK

ARZU KARA

Yokluktan var edildim ben… Ruhumla bildiğim, zâtıyla görmediğim ama varlığını her bir hücremde hissettiğim o yüce varlık var etti beni… Endişeler vardı sezdiğim, korkular vardı duyduğum… Hepsi bir kordonla bağlı olduğum annemden gelen hislerdi..

                 Birgün!.. Henüz varlığımı hissetmişti annem ve babam. Öyle korkular vardi ki annemin o koca kalbinden benim küçücük kalbime değen, öyle korkunç endişeler, öyle yerinde durdurulamaz heyecanlar, öylesine boynu bükük bekleyen kaygılar… Ta ki ertesi sabaha kadar sürecek, tarifsiz his ve duygular… Dağları taşımışcasına zayıf bedenlere düşen yorgunluklar…

                Gecenizi aydınlatan bir dolunayınız oldu mu sizin? Normal dediğiniz vakitlerde, duymakta zorlandığınız fısıltılarınız, koca tarlalarda gecelerinizin sessizliğini bozdu mu mesela?

Benim annem böcekten, karanlıktan, haşerattan korkan annem, öyle çok düştü ki o gece; çukurlara, su arklarına, dikenlerin içine… Bir eliyle on dört aylık ablamı sıkı sıkıya tutarken, öbür eliyle beni tutan annem. Korkusu, sadece biz olan annem…

Çaresizlik vardı o gece, Meriç diye bir yer vardı o gece, akan suyun ürkütücü sessizliği vardı o gece ve gökyüzünde yorgunluğumuza umut olan yıldızlar vardı o gece. Annemin “O gece yalnız değildik, yıldızlar gökyüzünden indi, gölge sandık önce, meğer ışıkmış önümüze.” dediği gece… 

Yolcuydum ben de, bir ağaç gölgesinde dinlenmeye doğru giden yolu gösteriyordu zaman pusulasının ibresi… Yolcuyduk hepimiz, evi olan bir aile beklemiyordu beni, dedelerim, ninelerim, teyzem dört gözle beklemiyordu beni, kundaklarıma kurdeleler takılmamıştı, doktorumuz kim onu bilmek bile bizim için olağanüstüydü…

        Günlerce, mülteci kamplarında kalmak için bir ülkeden başka ülkeye gittiğimiz, artık mültecisiniz dediklerinde annemle babamın acı acı güldüğü, fakat yeni durağımız artık burası deyip acıyla gülümsedikleri yere varıncaya kadar geçen zaman… Haftalarca hatta aylarca hiç tanımadığımız, dilini bilmediğimiz, yemeklerini yiyemediğimiz hastanelerde geçen zaman…

         Bir gün dünya adı verilen ağacın gölgesine geldim ben de. Doğmuştum ama özel bir bebektim ben; Mülteci bebek. Kimsenin kendisine Kuranlar, mevlitler, şölenler hazırlamadığı mülteci bir bebek. Evimizin bile olmadığı bir dünyaya gelmiştim anneme hoş gelmiş, babama sefa gelmiş, kardeşlerime can getirmiş bir bebektim. Çok zengindim, biliyor, hissediyor, duyuyordum bunu.

         Bir haftalıkken içime kokusunu çektiğim mülteci kampım vardı benim, mülteci harçlıklarımızı vermeleri için beklediğimiz sırada tanışmıştım ilk yağmur damlasıyla. Güneşi, yeşili, ağacı görebildiğim bir dünyam vardı benim. İpek saçlarımı okşayan rüzgar o gün fısıldadı kulağıma “Üzülme bebek, sakın üzülme. Evin de olur yatağın da, oyuncakların da.”

           Selamlar getirdim sana Anadolu’dan. Her karış toprağındaki zindanlardan. Dediler ki oradaki yaşıtların, “Bizim için de baksın mavi gökyüzüne, bizim için de baksın ağaçlara, çiçeklere. Karlar düşerken yanağına sakın üşümesin annesinin koynuna girsin, sarılsın. Oyuncaklarıyla oynarken sıkılmasın, kardeşleriyle büyürken onlara darılmasın, çorapları eskidiğinde ağlamasın, bizim toprağımız soğuk betonlar, yatağımız bazen iki kişilik, bazen üç kişilik, oyuncaklarımız kartondan, çiçeklerin renklerini öğrenmemiz pek mümkün değil, gökyüzünde uçan birkaç kuş olmasa kuş nedir onu bile bilemeyeceğiz. Ha bir de sabah uyanırken gürültülü insanlar da olmaz onun hayatında.. Hiç üzülmesin.. Bizi düşünsün ve beklesin, beraber oynayacağımız parklarda…

             Ah be rüzgar tanışır tanışmaz seninle, kimlerin selamını topladın da getirdin bana? Evet mülteci değiller bunu anlamıştım, vatanlarındalar… Onların da yatakları var ama demirden, onların da güneşi var ama demir parmaklıklar delmiş, puslu görünüyor güneş ve hatta bazılarının penceresine hiç uğramıyor bile! Akraba dolu koca diyarlarında kimsesizler… Anaları var sadece; garip kalmış boynu bükük anaları… Babaları var, var da hiç görmediler ki!… Göstermedikleri babaları nerde kim bilir…? Kardeşleri var bazılarının, demir parmaklıkların ardından usulca tanışabildikleri… Belki de bazısının hiç göremediği, tanışamadığı…. Süt içebildikleri  biberonları var mı bilmiyorum…? Havasız kalmış, rutubet kokan gecelerin sonunda, annelerinin güzel sesleri değil, kuşların sesleri değil onları uyandıran… 

            Rüzgar, sen kulağıma fısıldayıp selam getireli iki yıl oldu, hâlâ bekliyorum onları. Oyun parklarında kardeşlerim ve ben varım. Ben de eğlenmiyorum merak etmesinler. Binmiyorum mesela salıncağa, özgürlük diye bağıramıyor, rüzgarı yanaklarımda hissedemiyorum. 

           Gelmediler, gelemediler… Neden gelmediler??? Sahi rüzgar ben de sana birşey fısıldasam beklerken, götürsen tüm zalimlere…. 

            Hani biz bebeğiz hani biz çocuğuz ya, 

            Sahi söylesene rüzgar ben neden mülteci bir çocuğum? 

            Sahi onlar neden zindanda mahkum çocuklar…? 

You may also like...

1 Response

  1. Canan says:

    Sahi neden?
    Bebekler, çocuklar…
    Rüzgar,çiçek,kuş,salıncak,oyuncak, beşik,biberon, anne ve baba yanı…
    Çooook mu uzak acaba kavuşma vakti?
    İçimde dizeler bestelenmiş haliyle: “Çocuklar inanın inanın çocuklar, güzel günler göreceğiz güneşli günler…”
    Yazınızı okurken o çocuklardan biri gibiydim mahzun…
    Elinize, yüreğinize sağlık..

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *