KITALARDAN İZLER TAŞIYAN YAZAR: GAMZE GÜLLER

ŞERİF AYDIN

Modern Türk öyküsünün yeni ama etkili kalemlerinden “Gamze Güller”i yazmak için bilgisayarın başına geçmeden önce onun öykülerine, röportajlarına bakınca, onun satırlarını ve onu anlatan satırları okudukça, dünya kalemlerinin sözleri geçti birer birer zihnimden. Klasik bir kapak tanıtım yazısı yazacakken, Gamze Gülleri’n ifadelerinin zihnimde oluşturduğu kareler beni başka bir yöne çekti. Onun, hikayelerini yazarken “Akışı öyküye ve karakterlere bıraktığını ve bazen kontrol edemediğini” dile getirdiği bir akışla, ben de kontrolü zihnimdeki karelere ve çağrışımlara bıraktım. 

Hangi yazarı veya şairi okursam okuyayım, önce çocukluğunu merakla incelerim; çünkü satır aralarında çocukluktan çok şey bulurum. Güller’in  çocukluğunu okurken, bir anda, Amerika edebiyat tarihine çok genç yaşta müthiş izler bırakan, ünlü romancı ve şair Sylvia Plath canlandı gözümde. 8 yaşında ilk şiiri yayınlanan Sylvia, 10 yaşında da ilk resim ödülünü kazanır. Erken yaşlarda kalemi ve fırçayı eline alan Sylvia -yazılarının Amerika edebiyatına bıraktığı izlerden dolayı olacak ki- 31 yaşında dünyaya veda etmesine rağmen, hayatı beyaz perdeye aktarılan, nadide kalemlerden biri olur. Gamze Güller de çocukluğunu anlatırken “Sözcüklerin büyüsünü çocukken keşfettim…” “Bir yaramazlık yaptığımda anne, babama mektuplar yazardım, sınavlarda bilmediğim sorularda, bildiklerimle hikâyeler yazardım, ders aralarında sevdiğim dizilere yeni bölümler yazardım, apartmana yeni biri taşınsa onunla ilgili bir öykü yazardım… Yazmaya çok erken yaşlarda başladım. Elimde hep bir defter vardı, kendimce küçük öyküler yazardım. Kendimi yazarak daha iyi ifâde ettiğimi düşünürüm hep; ama o zamanlar o kadar cesaretliydim ki, o günkü aklımla iki de roman yazdım ilkokuldayken…  ifadelerini kullanıyor. Sylvia’nın hayatını okuduğunuzda ayrı coğrafyalarda olsalar da Gamze Güller’le aynı bahçenin gülleri olduğunu fark edersiniz. Sadece aynı yaşlarda kaleme olan merakları yönüyle demiyorum, gördüklerini okura anlatırken aynı yöne baktıklarını da görüyorum. Biraz dikkatli bakarsanız siz de görürsünüz. Sylvia Plath “Hayattaki her şey yazılabilirdir, yeter ki bunu yapmaya coşkun bir cesaretiniz ve onu geliştirebilecek bir hayal gücünüz olsun. Yaratıcılığa karşı en büyük düşman, kendinden şüphe duymaktır. ” derken, Gamze Güller, “Sıradan hayatın içindeki olağanüstü anlar cezbediyor beni. Öylesine yaşayıp geçtiğimiz, anlamlandırmak için durup düşünmeye bile vakit bulamadığımız anlar… O küçücük insanî dokunuşlar… İnsanın hayata, hayatın insana, insanların birbirlerine dokunuşu… İşte bu inceliğin, bu anlatılamayanın, bu özel ama yine de sıradan durumun peşine düşmeye çalışıyorum öykü yazarken. İçimde durduk yere baş gösteren bir sevincin, bir nefretin, bir boşvermişliğin peşine…” diyor. Başka bir konuşmasında ise “Eleştirel bir göz, durmadan aksaklıkları fark ediyor. Herkesin kolayca yanından yürüyüp geçtiği “normal”, benim normalim olamıyor bir türlü. Görmeden yapamıyorum. Görünce de anlatmadan edemiyorum.” 

Buna “Gamze Güller’de Sylvia Plath portresi” diyesim geldi ya da Plath’in aynasında Gamze Güller. Veya durun durun, “aynı sayfayı okuyan iki yazar” diyeyim.

Sadece Sylvia Plath’ı çağrıştırmadı, aynı zamanda ünlü Amerikan yazar, eleştirmen ve “Speaker for the Dead” kitabıyla “Hugo Ödülü”nün sahibi “Orson Scott”ı da müthiş bir çağrışımla zihnime davet etti. Scott’a kulak kesilince şu sözlerini duydum: “Herkes, her gün, bin hikâye fikrini pas geçiyor. İyi yazarlar beş-altı tanesini gören yazarlardır. Çoğu insan bunu görmez.” Sevgili Güller’in sözünü bir daha hatırlatayım mı? “Herkesin kolayca yanından yürüyüp geçtiği “normal”, benim normalim olamıyor bir türlü. Görmeden yapamıyorum. Görünce de anlatmadan edemiyorum.

Tanıdık geldi mi satırlar?

Okumaya devam ediyorum Gamze Güller’i ve gözlerim şu ifadelerine takılıyor;

Hayata bakış açısı konusunda da mimarlığın bana çok faydası var. Ayrıntıları görmeyi öğretiyorlar bize okulda. Her türlü ayrıntı bizim için önemli. Çirkin dizayn edilmiş veya eksik gedik, üstünkörü tasarlanmış yerlerde rahat edemeyiz. Mutlu olamayız… Yazıda da bu böyledir… Bu ayrıntı gözü, mimarlığın bana verdiği bir özellik…

Bu satırlar beni, “bilinç akışı” tekniğini kullandığı, modern, deneysel romanlarından farklı olarak klasik, gerçekçi üslûpla kaleme aldığı ve olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri ile karşımıza çıkan “Gece ve Gündüz” isimli romanın İngiliz yazarı Virginia Woolf’un bir sözüne götürdü. Sevgili Güller’in 2020’de yaptığı tasvirin, Wolf’un 1920’de yayınlanan Gece ve Gündüz romanında izlerini görmek, tam yüz yıl öncesinden Güller ile yakın sözlerin kulağıma fısıldadığını duymak heyecan vericiydi. Woolf diyor ki”  Bir yazarın ruhunun her sırrı, hayatının her deneyimi, zihninin her kaliteli ânı, eserlerinde genişçe yazılmıştır.” Güller ile Woolf’un ifadelerini ince bir dikkatle puzzle gibi yerleştirirseniz ikisinin aynı puzzle’a çalıştığını görürsünüz. Güllerin mimari deneyimini, estetik anlayışını ve üstünkörü dizayn edilmiş yerlerde mutlu olunamayacığı şeklinde ifşa ettiği ruhun sırrını Güller’in elindeki puzzle parçalarını ben vereyim, Woolf’u da siz yakayalın isterseniz.

Arada yüzyıl olsa da, iki kadın yazarın aynı yöne baktığını görürsünüz. Devam ettikçe, evrensel dil ve temanın yanı sıra, evrensel bakış açısının, zaman ve mekan kavramlarını yok edip, yeni ve farklı çağrışımlar yaptırdığına şahit oluyorum. 

Bir yazar, eğer kahramanlarını serbest bırakıyorsa kahraman ve olayların hayal dünyasına girmiş ve boyut değiştirmiştir yazarken. Sizinle aynı dünyayı paylaşmıyor. İkinci bir dünya ile konuşuyor, kızıyor, gülüyor, ağlıyor, seviniyor. Nasıl ki kendi dünyanızda dost, arkadaş, aile ve çevreniz ile günlük hayatın akışı içinde yaşıyorsanız, yazar da bunu hikâyelerinde yaşıyor. Sadece kendi mantığıyla değil, kahramanların dünyasına da bir asansörle iniyor ve gördüklerini tasvir edip, duyduklarını paylaşıyor sizinle. Bir nevî zaman makinesine binmiş ve aralarına girmiş gibi. İşte o okumalardan biri daha. Bu kısmı görünce, işte aradığım yazma tasviri dedim. “Ne de olsa hikâye de karakterler de sizin, onları siz yaratıyorsunuz, ne isterseniz yaparlar, ne isterseniz söylerler gibi geliyor ama işin aslı hiç de öyle değil. Bazen öyle canlanıyorlar ki, sizi çıkmaz sokaklara götürüp orada bırakıveriyorlar. Karakterler ya da öykü kişileri, istediğinizi yaptırabileceğiniz kuklalar değiller. Gerçeğe yaklaştıkça kendi bildiklerini okuyan, hikâyenin siz istemeseniz de seyrini değiştirebilen, yaşayan kişilere dönüşüyorlar. İşte böyle zamanlarda anlatının akışına güvenmek gerek. Eğer iyi bir yapı kurduysanız, siz dolansanız bile, hikâye veya karakterler yolu açacak, gerekeni yapacaklardır. Direnmemek gerekir. En azından ben öyle yapıyorum. Hikâyeye teslim oluyorum.” diyor sevgili Güller.

“Olur mu öyle şey canım, kalem sen de değil mi? Kes at …” diyenleri de duyar gibi oldum ama yazarın bu sözleri yazma felaketini(!) hiç yaşamamış olanlar için söylediğini düşünmüyorum. -Yazmaya “felaket” dedim, çünkü Amerikalı yazar, şair ve tıpçı William Carlos Williams’ın sözleri çınladı kulaklarımda. Yazmayı tanımlarken diyor ki “Bence tüm yazılar bir hastalık. Durduramazsın.”- 

Gamze Güller’i bir de bu bütüncül gözle okuyunca, aslında onun da kahramanlarının dünyasına indiğini anlıyorsunuz ve o dünyada artık sadece fikirleri ile değil, ruh ve şuuruyla da gezindiğini seziyorsunuz. Onunla belki bir gün görüşme imkanımız olsa, şu soruyu sorar, “Arada zaman, mekan ve kültür farklarına rağmen bu kadar yakın ifadelerin, bu etkileşimin sebebi sizce nedir?” diye fikrini almak isterdim. O gün cevap olarak ne derdi bilmiyorum ama bana kalırsa; bir yazarda olmazsa olmaz şartlardan biri olan “okumak”. Bir gözü ve kulağı modern Türk öykücülerinde, öbür gözü ve kulağı dünya yazarlarında olan Güller, hem tavsiye ettiği hem de severek takip ettiği, okuduğu yazarları şöyle sıralıyor; “Klasik yazarları artık herkes biliyor, bu nedenle, özellikle öykü yazmak isteyenler için, çağdaş öykücülerden isimler vermek isterim; Cemil Kavukçu, Ahmet Büke, Neslihan Önderoğlu, Serkan Türk, Suzan Bilgen Özgün, Ethem Baran, Mine Söğüt, Faruk Duman, Pelin Buzluk takip ettiğim önemli öykücüler. Dünya edebiyatından ise Etgar Keret, Tim Winton, Carys Davies, Alice Munro, Flannery O’Connor, Zadie Smith, Raymond Carver, Joyce Carol Oates, John Cheever, okumayı sevdiğim öykücülerden sadece birkaçı…”

Gamze Güller, modern öykücü yazar….

Üç öykü kitabı ve bir de novella ile son dönem yazı dünyasında renkli ve etkili olan bir isim.

2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda “Otel” isimli öyküsü “Okunmaya Değer Öyküler” kategorisine girmeyi başardı. 2007 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Öykü Yarışması’nda “Dağların Soluğu” isimli öyküsüyle Onur Ödülü, 2007 Özgür Pencere Edebiyat Derneği Kadın Öyküleri Yarışması’nda “Gel Pisi Pisi” isimli öyküsüyle mansiyon aldı. Bir diğer ödülü ise “Beşinci Köşe” öykü kitabıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’nde birincilik. 

Kalem ve gözlemlerine bakıp aldığı ödülleri de üzerine koyunca yazarın Türk edebiyatına modern öykü alanında katacağı çok şey olduğunu düşünüyorum.

Evrensel bakışı ve evrensel öykü dilini ustaca yakalamış olan Gamze Güller’in ismini, önümüzdeki dönemlerde daha sık duyacağınızdan eminim.

You may also like...

1 Response

  1. Canan says:

    Gamze Güller’i sizin kaleminizle tanımak hakikaten güzel bir nasip. Bir yazarın mukayeseli tasviri ve diğer yazarlarla -ki bu yazarlar dünyanın ünlü yazarları- tanıtılması yazar için de çok güzel bir nasip olsa gerek. Teşekkür ediyorum, bu yazar biyografi tanıtım yazınız ile bilgi hanemde yeni kapılar açtığınız için.Kaleminize sağlık…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *