ZİYARET
MİNE AKDEMİR
Kaçıncı kez tırmandım bu taş merdivenleri bilmem? Ne çok hüzünlü adımla aşınıp çökmüş omuzları? Ve takiben elele tutuşup, karşılıklı dizilmiş servilerin baş eğerek buyur ettiği taş yol.
Ne tarafa baksam renk renk çiçekler. Onlar ve bastığım taşların arasından baş vermiş otlar. Çaresiz suskunluğun, teslim olmuşluğun doğasına inat, hayatı hatırlatan.
Aralarından geçiyorum. Hiçbiri yol göstermeye, ben de sormaya ihtiyaç duymuyoruz. Zaten öyle âşinalar ki adımlarıma… Yağmuru, karı, kurumuş çırpıları, yeşil otları defalarca, mevsimlerce çiğnediğim ve beni götürdükleri son noktayla buluşturan şu adımlarıma…
Ben uyuyan, uyanmışların arasında, küçük toprak yola sapıyorum. Birbirine komşu tümsekler geçiyor sırayla gözlerimden. Kimi çıplak, kimi bembeyaz surlarla kale gibi kucaklanmış “Ser gitti, sırrı vermeyelim” der gibi. Ve bazılarına Firdevsî güzellik lütfedilmiş renk renk. Bir diğeri gârib, çıplak ve yalnız. Gerçek ahvâli göstermez hiçbir göze, ses etmez hiçbir kulağa. Hep birlikte bekleşirler son sabahı ki ya Reyyan kapısında ya Hümeze yamacında.
Kim bilir ne zaman kondu bu papatya demeti üzerine? Kurumuş ve kendini unutturmuş? Kim bilir hangi vefalı el ıslatmış damarlarını toprağının diğerinin? Kim bilir şu serçe kaçıncıya yudumluyor suyunu ayak ucundaki kâsesinden?
Ve ben, kim bilir yüklendiğim ağırlıklarımla unutulmuş tümseklerin arasından kaçıncı kez geçerek bulduğum, ezelimin tatlı hatırası, ebedimin keskin mührü o son
kapıya?
Ve ben, yine sessizce iliştim beyaz surlarının ayak ucuna. Yine sana geldim. Nâfile ki yine sessiz kalmayı seçeceksin biliyorum. Olsun, yine de biliyorsun ya buradayım.
Üzerinde yine yabâni otlar bitmiş. Onlara kızmıyorum, biliyorum kökleri senin avucunda, sen uzatıyorsun bana. Sana bugün menekşe getirdim, sen en çok onu severdin. Penceremizin önündeki menekşelerin gibi. Hani şu, bir sulama süresince muhabbetini benden çalan menekşeler. Artık sitemim yok onlara. Mahcubum. Yerini tutamadım, beni senin gibi dinlemiyorlar. Zaten diyeceğim ne var ki?
Gökkuşağıydı kapımız, yedi renkti kalkanımız, koymazdı içeri ne gam ne de mazarat. Dış kenarında kalırdı hepsi akşam eve dönüşlerde. Sabah yine yüklenmek için beklerdi beni. Gittiğinde gönüllü yüklendim hepsini, hiçbiri öksüz değil artık. Ne tatlı bencil yasakların vardı. Anahtarım işe yaramazdı, sen daha önce açardın o kapıyı. Ve hep gıcırdayan, gelişimi haber verdiği için yağlamama iznin yoktu bahçe kapısını. Sen öyle isterdin.
Seni çok özledim. Sözünü tutmadın, çabuk pes ettin. Oysa ne çok yarım kalmışlık bıraktın içimde. Kül tablasında unutulmuş tütün gibiyim. Çekilmemiş nefeslerimin küllerini bıraktım. Zaten sensiz tamamlanacak ne kaldı ki?
Sonbahar gidişindi. Baharları da götürdün yanında. Peki ya ardında bıraktığın şu puslu kışım neden hâlâ gülümsüyor ki bana?
“Üzerinde yine yabâni otlar bitmiş. Onlara kızmıyorum, biliyorum kökleri senin avucunda, sen uzatıyorsun bana. ” Hiç öyle düşünmemiştim. Bir mezar üstündeki yabani otlara o bakışla kızılmaz tabi ki. Hepimiz ne çok özledik özlediklerimizi. En çok da toprağına sevdiği çiçekleri diktigimizi…
Elinize sağlık, yüreğinize de.