YEŞİL CEMSE
Handan Tunç
Küçüktüm on yaşında ya vardım ya da yok…
Küçücük bir köyümüz, dünya kadar büyük bir hayatımız vardı.
Dışarıdaki hayattan habersiz, dünyayı köyümüzden ibaret sanırdım.
Başka bir hayattan bîhaber mutlu yaşardık.
Evimiz köyün en güzel yerindeydi, arkası yokuş yukarıydı, daha yukarıda dağ vardı, o dağın dibinde evler kümelenmişti. Biz oraya, aslında hiç uzak olmamasına rağmen “tağa jore” (yukarı mahalle) derdik.
Evimizin önündeki manzara daha bir harikaydı.
Tam karşıda ne çok büyük, ne çok küçük bir dağ vardı.
Dağın eteklerine bir akarsu eşlik ederdi, o suya gitmek, orada oynamak bizim için cennet misaldi.
Yeşilliğe bürünmüş ova ve köyün en güzel çeşmesi hemen bizim evin altındaydı, sanki çeşme bize özel, bize ait gibi hissederdim.
Köyümüzün okulu yoktu, karşı köyün okuluna giderdik, iklim çok sert seyrederdi o yıllarda.
Kışın buz kesen soğuğu altında, yaklaşık on beş dakika o küçücük halimizle yürüyerek giderdik.
Her şey çok doğaldı, buğdayımızı kendimiz eker, biçer, un olması için değirmene yollardık.
Sebzelerimizi kendimiz ekerdik; sebze dediğime bakmayın marul, maydanoz, turp ve başka bir kaç şey daha…
Biz ıspanak, pırasa ve emsâli bir çok sebze nedir bilmezdik; çünkü köyümüz, doğal bir sebze cennetiydi âdeta.
lspanak ve onun gibi yiyeceklere ihtiyaç bırakmayan, tadı nefis yemek olabilen, otlar yetişirdi bizim dağlarda.
Tıpkı bunun gibi yoğurdu, peyniri, tereyağını da kendimiz yapar, her şekilde doğal beslenirdik.
Değirmen karşı köydeydi, tıpkı okul gibi.
Câmi bizim köyde olduğu için cuma günü bizim köy çok kalabalık olurdu; çünkü cuma namazına diğer köyden de gelirlerdi. Bir çok hayvanımız vardı; kuzular, koyunlar, tavuklar, atlar, haa bir de çoban köpeklerimiz vardı. Her birinin bir adı vardı, adlarını kim koymuştu bilmiyorum ama hâlâ hatırlarım.
Köye vazifeli gelen bütün devlet görevlileri bizim evde konaklardı.
Babam gelen misafirlerle meşgul olurken, annem de hemen bir koyun keser, tandır yakar, kebab ya da sac kavurma yapardı.
Bizim köyde sekiz ay kış olurdu, kar boyumuzu geçer bize de mutluluk olurdu. İşte böyle sıradan, kendi hâlinde bir hayatımız vardı.
Hayat böyle sürer giderdi.
Özellikle kışın yollar kapalı olunca kendimizi çok daha rahat ve güvende hissederdik.
Ne garip değil mi? Aslında zorlandığımız bir zaman dilimi olması gerekirken, biz daha mutlu, daha güvendeydik.
Elbette bunun çok önemli bir sebebi vardı ki tek kelimeyle çok korkunç, anlaşılması çok zor bir durumdu ve ne yazık ki bizi anlayan pek kimse de yoktu…
Biz kara kışın en yoğun yaşandığı aylarda daha mutluyduk çünkü yollar kapalı olduğu için devletimiz tarafından baskın yemiyorduk.
Evet biz terörist(!) olduğumuz için asker köyümüze çok sık baskın yapardı.
Biz çocukların en korkulu rüyası “CEMSE”lerdi…
Cemse denilen asker arabalarının üstü koyu yeşil, kenarı açık yeşildi hatırladığım kadarıyla..
O zamanlar köyümüzdeki yeşilliklerin farkında olmadan, o yeşilden çok korkardım, hiç sevmezdim yeşili, aklımdaki tek yeşil, cemse yeşiliydi. Nerden bilebilirdim ki; Allah’ın insanlara en büyük hediyelerinden birinin doğa, doğanın da yeşil olduğunu, yani diğer bir tabirle doğal sakinleştirici olduğunu?
Bizim köy düz bir alan üzerinde olduğu için, daha köye varmasına yaklaşık otuz dakika kala fark ederdik dışardan gelen arabaları.
Zaten bir dolmuştan başka da vasıtamız yoktu.
Herkesin ihtiyacı birikince merkeze gidilirdi, onun dışında gelen tek ve yegâne korkulu rüyamız cemselerdi.
Asker gelince bir telaş, bir korku sarardı herkesi.
Bir koşuşturmaca başlardı ki anlatılmaz yaşanır…
Hemen hemen her evde eğer sönükse sobalar, tandırlar yakılırdı; evde ne kadar kaçak çay, kına, kürtçe kaset varsa yakılırdı ve dumanından anlaşılmasın diye hâlâ öğrenemediğim bir takım işlemler yapılırdı.
Vahşi hayvanlara karşı korunmak için neredeyse her evde tüfek vardı.
Herkesi bir korku alırdı…
Önceden belirlenmiş yerlere hızlıca saklamak üzere tüfekler koşa koşa götürülüp gömülürdü.
Böylece bütün suç(!) aletleri saklanmış olurdu.
Bütün bu işlemler otuz dakika içinde gerçekleşir ve herkes büyük bir panik ve korku içinde beklerdi askerleri.
Nihayet arka arkaya sıralanmış dört-beş cemse asker arabası köyün için de farklı noktalara dağılırlardı ve evler talan edilirdi.
Küçük çocukların, bebeklerin gözü önünde câni arar gibi evler aranırdı…
Şahit olduğum bir olayı büyüyünceye kadar anlamamıştım.
Bir kadın ekmek yapıyordu, iki de küçük bebeği vardı. Kardı, kıştı, dondurucu bir soğuk vardı.
Askerler bebeklerin olduğu odayı tekmelerle açmış, kapılar sonuna kadar açılmıştı. Bebekler ağlıyordu ama anneleri oturduğu tandırın dibinde, tandırdan biraz is alıp yüzüne sürmüş ve ağlayan bebeklerine aldırış etmeden yerinden kalkmamıştı.
Yıllar sonra anladım ki, kendine yapılabilecek kötülüğe karşı kendini korumak için yapmıştı o hareketleri…
Evet, ben daha on yaşındayken yaşamıştım bunları, bütün bunlar ne yalan, ne de hayaldi, gerçeğin ta kendisiydi…
İşte o gün, evet o gün avukat olmaya karar vermiştim. Bir köy çocuğu olarak avukatlık nedir, nasıl okunur, nasıl avukat olunur, nerden öğrendiğimi hâlâ bilmiyorum ama bildiğim tek şey vardı, ben avukat olacaktım ve bütün mazlumları ben savunacaktım…!
”Ne acılar yaşandı / Ne çareler tükendi…” geçer ya dizelerde hakikaten öyleymiş. Acılar, sessiz sessiz yaşanmış dışarısı için ama yaşayan sizlerin üzerine gümbür gümbür çökmüş. Yollar hep kapansın kötülüğe niyet etmiş herkesin yoluna ister kar yağsın ister yağmur. Çocuk gözler ürkmesin, çocuk yürekler korkuyla çarpmasın.
Elinize sağlık…
Ne acılar yaşanmış, ne çareler tükenmiş. Eyvah ki, kimse duymamış! Uzaktakilere sessiz, yaşayanlara, yakınınızdakilere gümbürtüyle dokunmuş haksızlıklar. Hayat…
Yollar kapansın. Kapansın kötülere yollar. Karla, yağmurla, yazılanlarla…
Elinize sağlık…