AH İSTANBUL
YASEMİN TATLISEVEN
“Mısır çarşısından her geçişimizde, kahve kokularını duyar ,alışveriş telaşından içmeye fırsat bulamaz ama ”Eve gidince ilk işimiz Türk kahvesi içmek olsun” derdik ya hani… Hala eve gidince kahve içmeyi unutuyorum.”
Yaşanmışlıkları hatırlamak…
Cam kırıklarının üzerinde,
Yalınayak yürümeye benzer bazen…
Hem canına batar, hem hatırlarsın!
Yaz akşamlarında, Eminönü’nden vapura biner, karşıya geçerdik. Sıcak ve bunaltıcı havanın aksine, vapur püfür püfür eserdi. Çocuklar martılara simit atardı. Işıldayan Galata Köprüsü’ne bakar, gittikçe küçülen Karaköy’ü ve Galata Kulesini bir masalın içindeymiş gibi izlerdik. Diğer yandan gökyüzü kızıl mavi tonlarını alır, Topkapı Sarayı’nın ardına düşen minareler, o muhteşem İstanbul silüetini oluştururdu. Bir ressamın fırçasından çıkmış eşsiz bir tabloya benzer, seyrine doyamazdık. Vapur karşıya yaklaşınca, yüzümüzü Haydarpaşa’ya döner, Üsküdar’a gelince inerdik. Kız Kulesine karşı çay içmenin keyfi bambaşkaydı. Üsküdar’dan Kadıköy’e yürümüşlüğümüz vardı bir keresinde… Çocukların ellerinden tutmuştuk, yorulmuşlardı.
Siz yokken yine vapura bindim. Martılara simit attım, İstanbul silüetine baktım.Tuvalden
bütün renkleri çalmışlar da sadece siyah ve beyazı bırakmışlardı sanki…Çayların da eski tadı yoktu artık…
Mısır çarşısından her geçişimizde, kahve kokularını duyar ,alışveriş telaşından içmeye fırsat bulamaz ama ”Eve gidince ilk işimiz Türk kahvesi içmek olsun” derdik ya hani… Hala eve gidince kahve içmeyi unutuyorum. Haliç’in o eşsiz manzarasında, Süleymaniye’nin alt sokaklarında hala kayboluyorum. Şu Yeni Camii’de beraber iki rekat namaz kılsak ta hafiflese üzerimizdeki yük diyorum. Fatih camiinin avlusunda kedilerin peşinde koşturup duran çocukları gördükçe, bizim çocuklar geliyor gözlerimin önüne… Ne çok severlerdi kedileri…
Veznecilerde otobüs beklerken yağmurda ıslanışımız düşüyor aklıma… Koşarak kendimizi Beyazıt’a atışımız… Buram buram tarih kokan caddelerden geçip, Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e yürüyüşümüz…Tüm haşmetiyle karşılıklı duran Sultanahmet ve Ayasofya’yı
görünce, “Asırlardır sanki birbirlerini izliyorlar” derdin.
Son gidişimde At Meydanı’nda oturup, okunan ezanları dinledim. Sanki buralarda bir yerdeymişsiniz gibi gözlerim sizi aradı. Bir süre sonra yalnızlığımı farkettim. Yüzlerce yabancı insanın arasına ben de karıştım. Gülhane’ye doğru indim, hep yaptığımız gibi Sarayburnu’ndan
Eminönü’ne kıvrıldım.
Sirkeci’de eski tren garının önünde resim çektirmiştik. Nereden bilecektik son fotoğrafımız olduğunu!..Ve bir daha aynı karede gülümseyebilecek miydik kimbilir?
Kapalı Çarşıda gezmeyi ne çok severdik. Bana ilk gösterdiğin kapısını ezberledim, mıh gibi aklımda! Diğer kapılarını hala karıştırıyorum. Mahmutpaşa’da kalabalık dükkanların arasında dolaşırken, oğlumuza aldığımız sünnetlikleri hatırlıyorum. Atmaya kıyamadım, anneme götürdüm, bazanın altına sakladım. Bir gün dönersek hatıra kalsın diye!
Eski Edirne Asfaltında minübüsten iner, sohbet ede ede şu yokuştan Eyüp’e giderdik. O yorgunlukla hiç üşenmeden Eyüp’ten Feshane’ ye yürür, bazen teleferikle Pier Loti’ye çıkar,
Haliç’e karşı kahve içerdik. Eyüp Sultan Hz.’nin türbesi ziyarete açıksa bizden mutlusu olmazdı. En sıkıntılı zamanlarımızda bile gelip sığınır, huzur bulurduk.
Şimdi sen bu güzel sahabeye kilometrelerce uzaktasın. Kaç kez yapayalnız geldim, bizim için dua ettim. İçim ferahladı ferahlamasına ama anılar daha çok canımı yaktı. Bir seferinde camiinin dış avlusunda boş bir banka oturdum. Sonra yanıma bir çift geldi.Sanki tartışıyor gibiydiler. İçimden birbirinizin kıymetini bilin dedim. Gözlerim dolarak yanlarından uzaklaştım.
Kalabalık metro istasyonlarında, akşamları iş çıkışı buluşmalarımızı hatırlıyorum. Hep durduğun o köşe boş şimdi, mahzun! Kayıp eşya bürosunun yanında durup beni beklerdin. Sonra beraber metrobüse biner o sıcacık evimize giderdik.Yol boyunca o gün işyerinde yaşadıklarımızı anlatırdık. Oturabilmişsek eğer başımı omzuna yaslar uykuya bile dalardım. Varlığının gölgesindeki o güvenli uykularımı bilsen nasıl arıyorum. Çocuklar okuldan gelmiş olur, bize kapıyı açarlardı. Tenceremiz kaynar, evimizden gülüş cümbüş eksik olmazdı.
İlk evimizin olduğu mahalleden her geçişimde, uzaktan semt pazarının kurulduğu caddeyi izliyorum. Evcilik oynar gibi mutlu ve neşeli olduğumuz ilk yılları düşünüyorum. Oğlumuzun doğduğu Bakırköy’de ve kızımızın doğduğu Yenibosna’da sevinçten elin ayağına dolaşmış hallerin geliyor aklıma…
Evlenmeden önce mobilyacılar sitesindeki koşturmacamız… Mağaza mağaza gezip, bütçemize uygun mobilya arayışımız… Yıllar sonra bir gecede hayatımız değişince, aylarca taksitlerini ödediğimiz eşyaları hiç düşünmeden, bir çırpıda sokağa atışımız!
Çengelköy çınar altında saatlerce tek başıma oturup, kalabalıklar halinde gelen gruplara bakıyorum. Ortaköy’e yürüyor, bir kumpiri bitiremiyorum. İstiklal caddesinde, ışıl ışıl dükkanların arasında dolaşıyor, vitrinleri adeta görmüyorum. Dolmabahçe’de kendime bir çay söyleyip yalnızlığımda demleniyorum. N’apayım ben de böyle her köşe başında bir anıyı tazeliyor ve sizi anıyorum. Sevdiklerim yokken içinde üzgünüm ama İstanbul senden bile keyif alamıyorum. Kızkulesi’ne gitmeyi çok istiyorduk ta bir türlü fırsat bulamıyorduk. Olsun onu da yapılacaklar listesine attım, başka baharlara saklıyorum. Ulus’tan boğazın ışıklarını seyrederken hani şairliğim tutardı “Gece olunca ışıktan gerdanlığını takıyorsun ya boğazına, öyle daha bir güzel oluyorsun” diye methiyeler dizerdim İstanbul’a…
Yakınlarından geçsek uğramadan edemediğin Vefa Bozacısı, olmazsa olmazın!
Ve bu baharda lale bahçelerini birlikte gezemeyecek oluşumuz Emirgan’ın…
Ah İstanbul! Sen şimdi bizim için yarım kalmış bir şarkısın…
Bestekarı kim vurduya gitmiş! Faili meçhul…