Cemil Meriç Rüyası ve Aydınlar Diyaloğu
Hür fikrin yobaz, baskıcı düşünceyle karşılaşması Musa’nın Firavunla buluşmasıdır.
“Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmek değil midir?” diyor, Cemil Meriç. Tezatı ihtiva etmeyen düşünce bir ayağı aksak, bir uzvu eksik bir vücuttur. Mükemmel bir vücudun peşinde koşan bir kafanın farklı bir yapıya sahip ayak veya kolları hazmetmemesi ne kadar garabetse, büyüklüğe oynayan beyinlerin farklı düşünce modellerine tahammülsüzlük göstermesi bir o kadar garabettir, hatadır. Yaratılıştaki çeşitlilik vahdete götürmek içinse -ki öyledir-, fikirlerdeki farklılık da yaşamdaki birliğe götürmek için olmalıdır. Meriç’in dilinde fikir işçileri olarak adlandırılan aydınlar, farklı düşüncelerin muhatabı olacaklardır. Böyle bir buluşmalar, kimi tehlikeleri de beraberinde getirebilir. Bu muhtemel durumda göz ardı edilmemesi gereken tehlikeyi “Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” şeklinde dile getiriyor, Meriç. Yani düşünme, birilerinin gözünde yasak olup, gerçekte yasak olmayan yasak meyveye(!) el uzatmakla olur. Ama tedirgin bir faaliyet. Düşünceyi ise “Düşünce, rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil.” diye tanımlıyor. Onu bekleyen nice fırtınalar var. O narin, o büyük atiye tehdit altında. Sanatkar veya aydın vazife itibariyle sancılı bir dünyanın çocuğudurlar. Meriç, sanatkarı anlatırken “kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek de senin vazifen. Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurunda zinciri kırabilir…. uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları… işte dünyamızda hakiki sanatkarı bekleyen akibet.” der.
Aynı hakikati paylaşan aydını bekleyen durumlar farklı değil.
Kinin nasırlaştırdığı fikirleri yumuşatacak ve sevgiden bir taç yapıp kafalara geçirecek olan yine aydının kendisidir. Bunu yaparken demirden iki duvarla örülü bir kafesin içinde elmas arayan bir arayışla hakikati arama gayretindedirler.
Bu iki demir duvar, bu yüzyılda düşünceye vurulan iki kement: Gerici, ilerici. Ve Meriç, bu iki kavrama eğilir. “Gerici, ilerici…
Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.” Bunu gerçekleştirecek olanlar ne bürokrasinin soğuk yüzü ne de avam düşüncedir. Bunun bir tek muhatabı, fil dişi kulesini terk edecek ve zümrenin değil, fikrin hadimi olacak gerçek aydınlardır. Peki kimdir bu aydın? Cemil Meriç’in aynasındaki aydın profiline bakıldığında şunlar çıkıyor ortaya:
1. İnsan olmak.Yani yaratılıştaki gerçeğe uygun bir beyin. Arayışı nefsani olmayan bir varlık.
2. Kendi kafasıyla düşünen, gönlüyle hisseden. Meriç’in bu tespitinde önemli olan bir unsur var: Kalp ve kafa izdivacı. Kalbin sübjektifliğini akıl düzeltecek; aklın katılığını kalp yumuşatacak. Önemli bir düstur ve üzerinde durulması gereken bir tespittir. Aydının önündeki muhtemel ifrat ve tefriti ortadan kaldırabilecek bir yargıdır.
3. Uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat.Bu tespitte aydının misyonu itibariyle içinde bulunması gereken hal, alması gereken tavra dikkat çekiliyor. Aydın fildişi kulesinde oturan değil; halkın mürebbiliğine soyunan kişidir. Toplumu iç ve dış dalgalanmalara karşı yönlendirirken, meydana gelen çalkantılarda kollarından tutup sahil-i selamete çıkmalarına yardımcı olmalı.
Dünyaya bakışı ve meydana gelen hadiseler karşısındaki duruşu sıradan bir insanın tavrından çok, asrın başında durup gözlerinin içine bakan kitlelere yön veren şuuru açık ve dikkati keskin bir yol göstericinin elbisesini giymelidir.
4. Hakikatin tamamını kucaklamaya çalışan bir tecessüs. Hakikati yorumlarken hiçbir ideolojinin gölgesinde kalmadan, bütüncül düşünerek kucaklama. Hakikat karşısındaki duruşu, ne hissin taraflı duruşu ne de aklın sınırlı kavrayışı olmalı. Günümüz aydınındaki en büyük handikaplardan birisidir bu. Kucaklama kavramı aydınlarımız için özlenen bir tablo haline dönüşmüş durumda. Daha doğrusu milletimiz için özlenen bir tablo olmuş.
Meriç’in gözünde gerçek entelektüel; bir zümrenin, belli bir kesimin emir kulu değildir. O, bir devrin şuuru olmak zorundadır. Ama bununla birlikte son devrin şuuraltının çığlığı da değil, hakikatin ve vicdanın çığlığı olacaktır. Bu vazifeyi ifa ederken bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, onun elindeki pusulayla yönünü tayine çalışan kitleye doğru göstermelidir. Bunu yaparken de hür düşünceye saygılı olmalı ve vuzuhu fethe çıkarmaya çalışmalıdır.
Aydının simasında ne Batının karşısında kamaşan bir göz, ne de Doğu’ya hışımla bakan bir bakış. O, kendi emekçisinin ellerinde yoğrulmuş bir hamur olmalı. Tadı kendinden bir hamur. Son devrin getirdiği çalkantıların karşısında entelektüelin alması gereken tavrı ise “Bu durum karşısında İslâm aydını, Abbasiler döneminde Yunan ve İran düşüncesini İslâmî özelliklerle kaynaştırarak benimsemesi olayı gibi bugün de kültürel bir devrim arzusu yerine, kendi irfanını Batı’nın bilim ve tekniği ile kaynaştırmasını bilmeli, Doğu’da ve Batı’da hiçbir kötülük ihtiva etmeyen gerçek medeniyeti ihya etmelidir.” ifadeleriyle belirler. Büyük düşünen Cemil Meriç, aynı zamanda bir kıtanın insanı olmaktan çok, o kıtaların buluşmasını da arzulayan bir fikir işçisidir. Doğu ile Batıyı anlatırken insan beyninin iki yarım küresini birleştirmek yorumunu yapar. Bir nevi Büyük Avrasya ideali.
Meriç yıllar önce bir hayalini bir gazeteyle yaptığı söyleşide şöyle dile getirmişti. “Bugüne kadar Türk aydınları arasında diyalog kurulamamıştır ama geleceğe yönelen birtakım teşebbüsler vardır. Mesela cumhuriyet ansiklopedisi, çeşitli ufuklardan gelen aydınlar arasında bir diyalog kurmak arzusundan doğmuştur. Yani eğitim , aydınların fildişi kuleden çıkıp , düşüncelerini birbirlerine aktarmalarıdır. Gerçekleşmesini can-ı gönülden istediğim bir rüya bu.” İşte bu rüyanın şimdi tam zamanı. Zannediyorum Meriç bu rüyasında yalnız değildir. Anadolu semasında fikir hapsi yaşanırken yaşlı gözlerle seyredip Meriç’in yokluğunun burukluğunu yaşıyorum. Zira fikir çilesini en fazla çekenlerden biriydi o. Sadece onun değil, sürgünde ölen ve halen sürgün de yaşayan bütün fikir işçilerinin burukluğunu yaşıyorum.
Fikirleri buluşturma, fikir pazarları kurma. Gerçek aydından beklenen vazife. Onun alnında birikmiş teri silme gelecek kuşakların vazifesi olacaktır. Yapılanlar ve meyiller gösteriyor ki ati büyük bir buluşmaya gebe. Dünya büyük bir pazara ev sahipliği yapmaya doğru gidiyor. Beklenen doğumun ismi belki aydınların buluşması belki kıtaların diyaloğu olacak. Ama esas olan tek şey yasak mühürlerin yavaş yavaş mürekkep kaybına doğru gittiğidir. Mürebbi mürebbiliğini yapacak. Bir neslin maması aydınların elinde şu an. Hür fikrin beşiğinde uyutulacak nesl-i cedide dayelik vazifesini üstüne almalı artık. Hür düşünce, Firavun’un sarayında bir Musa. Doğacak olan hakikat. Hür fikrin yobaz, baskıcı düşünceyle karşılaşması Musa’nın Firavunla buluşmasıdır.
Korku ve telaş. Ama akibet belli. Tarih, Musanın zaferini yazıyor. Her aydın bir Musa olacak belki hakikati haykırmak için. Onu ise bekleyen; sıkıntı, sürgün, ızdırap. Ne zamana kadar? Yedi uyurlar uyanana ve Yemliha mağarayı terk edene dek. Ve belki yedi, yetmiş, yedi bin, yedi milyon uyur uyanınca birbirlerine şu nidada bulunacaklardır. El verin ürkekliğine bakışların. Ürkek bakmasınlar güvercinin uçuşuna, hüznü hüznü sevdaya bağlayın, eritin sinesinde muhabbetin. Bu davet bastırılmış fikirlerin, uyandırılmış neslin ağzından haykırışları olacaktır.