Köpekle Dövüş
Fuat Şahin
Hüsrev Ağa’nın ibret verici bir hikayesi vardı. Gerçi kasabalı bir hafta konuşup unutmuştu ya bu hikayeyi… Neyse.
Hüsrev Ağa diyorsak da lafın gelişi. Ağalığından felan değil. Daha düne kadar kasabada “Paspas Hüsrev” diye bilinen iki para etmezin tekiydi. Her nasıl olduysa talih kuşu başına konmuştu. Kendinin bile tanımadığı bir akrabası ölmüş, tüm miras da resmi olarak ona kalınca parayı bulmuştu. Ee, para olunca da kasabalı ona “Hüsrev Ağa” demeye başlamıştı. Ağa yakıştırmasını da alınca köpürdükçe köpürmüş, kendini iyiden iyiye bir şey sanmaya başlamıştı.
Parayı bulur bulmaz kasabada pahalı bir konak almıştı. Kalan parayla da yatırımlar yaparak iyice zenginleşmişti. Güzel bir kadın bulup evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Fakat Hüsrev Ağa’nın bu yükselişi değildi hikayesini ibretlik kılan. Tam tersine, düşüşü idi.
Yaşadığı o büyük konAğa bir gün hırsız girdi. Koskocaman bahçe, hangi bir tarafını kontrol edeceksin. Bir delik bulup girmiş hınzır. Gece vakti gürültüye uyanan Hüsrev Ağa hırsızı kovalamış. Fazla zarar almadan kurtulmuşlar şükür. Ama o günden sonradır içine bir kurt düştü. Geceleri uyuyamaz oldu. Zamanla gözlerinin altı çökmüş, bitkin düşmüştü.
Yine bir gün kasabanın kahvehanesinde çayını içerken Hüsrev Ağa’nın bu halini gören, çevre köylerde çobanlık yapan Çoban Necati:
“Ağam nedir bu halin? Erimiş solmuşun. Bak hele gözlerinin feri sönmüş”
“Uyhu dutmaz oldu yiğenim. O hınzır evime girdiğinden bu yana gece vahtı döşeğimde dönüp dönüp dururum.”
“Ağam ne dert ediniyorsun, bağlayıver bahçene bir it, bak bakalım daha giren çıkan oluyor mu?”
Hüsrev Ağa bir an duraksadı. Sonra;
“Ne işim olur benim kopeğenen, ıtinen. Ben koyun muyum kopek korusun beni? Kopek dediğin kurdunan döğüş eder. Hırsıza uğursuza neetsin? Eli sopalı hırsız geldi mi güç de yitiremez.”
“Yok Ağam deme öyle. Sivasın Kangal diye beldesi vardır. Öyle köpekler çıkar ki buradan, üç ayı gücünde. Eli tüfenkli adamın hakkından geliverir bu namussuz hayvan. Sen bi düşün gene benim dediğimi”
Hüsrev Ağa’nın kafasına yatmış gibiydi. Düşünceli düşünceli, çayından bir yudum alıp kalkıp gitti. İki hafta sonra bir gün, traktörün römorkunda dev gibi bir köpekle çıkıp geldi kasabaya. Yolda köpeği gören çocuklar hayretle ardından bakakalıyorlardı. Hiçbiri daha önce böyle bir hayvan görmemişti. İki ayağının üstünde durdu mu bir buçuk adam boyundaydı köpek.
Hüsrev Ağa köpeği alıp evin bahçesine bağladı. Bilek kalınlığında zincire vurmuştu hayvanı. Daha ufağı da zaptedemezdi bu canavarı zaten. Köpeği gören konu komşu maşallah çekiyor, “İnek gibi mübarek” diye seslice söyleniyorlardı. Tüm bunlar Hüsrev Ağa’yı iyice havaya sokmuştu. Köpeğini konu komşuya sergilemek için bahçesinde ziyafetler verdiği bile oluyordu. En önemlisi, artık geceleri rahat uyuyordu. Daha ne olsundu.
Yalnız köpek biraz hırçındı. Gelen geçene havlıyor, bilhassa çocukları korkutuyordu. Hatta kendi sahibi Hüsrev Ağa’ya bile diş gösterip hırladığı oluyordu. Fakat bu durum Hüsrev Ağa’yı rahatsız etmek bir yana, daha da hoşuna gidiyordu. Köpeğin ne kadar güçlü, boyun eğmez olduğunu düşünüp memnun oluyordu. “Kopektir canım, hırlar da ürür de” diyordu.
Yaz da yavaş yavaş sona yaklaşmış, güz yağışları atıştırmaya başlamıştı. Bir şey yapmak gerekti. Hayvanı açıkta komak olmazdı. Hüsrev Ağa devasa bir kulübe yaptırdı. Şatafatlı, lüks bir kulübeydi. Özel sipariş pahalı bir mermerden, saray gibi bir kulübe.
Zaman geçtikçe, köpeği sofranın artıklarıyla besleyen Hüsrev Ağa, artık hayvanın önüne sadece et atar oldu. Kimi zaman taze tavşan eti oluyordu bu, kimi zaman bu canavar hayvanın yüzü suyu hürmetine kurban ettiği bir koç. Ancak sadece et. Bundan sebep olsa gerek, hayvan iyice azdı. Hüsrev Ağa’ya dahi sık sık havlar oldu. Söz dinlemiyor, başına buyruk davranıyordu. Kasaba ahalisi her ne kadar ilk başlarda hayvanın heybetinden etkilenmiş olsa da, artık gına gelmişti. Ama Hüsrev Ağa bu durumdan memnundu. “Kopektir canım, ürür de yürür de.”
Bilek kalınlığındaki zincir fazla ağırdı. Zaten biraz da abartıydı. Bu canavar hayvan için dahi olsa böyle bir zincire lüzum yoktu. Hüsrev Ağa zinciri değiştirdi. Hayvanı daha zayıf bir zincire vurdu. Artık köpek daha rahat hareket edebilecekti. Mahallenin muhtarı gelip uyardı “ Hüsrev Ağa bu zincir bu canavarı zaptetmez. Gel sen eski zinciri geri tak”. Fakat Hüsrev Ağa oralı bile olmadı. “Zincir ağarlık ediyor muhtar efendi, yazık değil mi şuncacık hayvana?” Elmecbur, muhtar çekip gitti. Hayvan incecik zincirle kalakaldı.
Hüsrev Ağa yine bir gün kahvede zaman öldürmeye gitmişti. Çay içip boş lakırdı ederken koşa koşa bir çocuk geldi. Ellerini dizlerine koyup 2 kez derin soluk çektikten sonra: “Koşun emmiler, Yusufu it kaptı, öldü ölecek çocuk. Ben kendim zor kaçıp geldim. Yoksa beni de parçalayıverecekti”. Hüsrev Ağa ve muhtar koşup vardılar. Çocuk kanlar içinde yerde yatıyordu. Arabaya yükleyip sağlık ocağına taşıdılar. Yaşaması mucize olurdu. Yaşasa da artık eskisi gibi olmazdı zaten.
Olayın faili belliydi. Çocuklar Hüsrev Ağa’nın bahçesinin önünden geçerken köpek havlamaya başlamış, zincirini bir çırpıda koparıp Yusuf’un üstüne çullanmıştı. Muhtar, Hüsrev Ağa’ya döndü: “Gordün mü Ağa itinin nelere sebep olduğunu! Tez zamanda iti vurasın! İş artıh çığrından çıktı”. Hüsrev Ağa: “İti vurmah akıl işi midir muhtar efendi! Kopeğenen döğüşünmez. Veled sataşmasa kopek neden saldırsın?”
Laf anlatmak mümkün değildi Hüsrev Ağa’ya. Nuh dese peygamber demiyordu. Belli etmemeye çalışsa da Hüsrev Ağa, köpeğin kuvvetiye daha da bir gururlanıyordu.
Malikanede ev halkı da mutlu değildi. Köpek, ev ahalisine durup durup çatıyordu. Evin hizmetçisi bile artık bahçeden içeri girmeye korkar olmuştu. Hayan durmuyor, zincire de güven olmuyordu.
Hüsrev Ağa’nın karısı ve kızları iyice sıkılmıştı bu durumdan. Kadıncağız köpeği yollaması için yalvarıyordu adeta, ama nafile. Köpeği göndermek, onun şanına leke sürmek olmazdı. Daha böyle bir hayvanı bulması da mümkün değildi. Herşeye rağmen Hüsrev Ağa köpeği yollamadı.
Evde artık huzur felan kalmamıştı. Herkesin üzerinde bir korku hakimdi. Köpeğin kime ne zaman çatacağı belli olmuyordu. Artık iflahı sökülen karısı Hüsrev Ağa’yı karşısına aldı: “Bana bak Hüsrev Ağa, yıllarımız iyi kötü beraber geçti. Fakat artık evde ne huzur kaldı ne bişey. Ya o iti yollarsın, ya da ben kızlarımı aldığım gibi çeker giderim”. Hüsrev Ağa sinirlendi, bağırdı, çağırdı. Fakat “he” diyemedi. 3 gün sonra karısı, iki kızıyla beraber çekip gitti. Hizmetçi kadın da artık gelmez olmuştu. Koca malikanede itiyle beraber kalakaldı Hüsrev Ağa.
Zamanla işleri bozuldu. Parasız kaldı. Fakat borçla da olsa köpeğini beslemek için taze et buluyordu. Kendi aç geziyor, kuru ekmek soğanla iktifa ediyor, ama köpeğinin yemeğinden taviz vermiyordu. Ne pahasına olursa olsun köpeği etle beslemeliydi. Halkın diline düşemezdi. Köpeğini ekmekle besliyor dedirtemezdi. Hem kendi itibarı, hem köpeğin şanına zeval getirmek olurdu bu.
Para iyice suyunu çekince malikaneyi sattı. Kendine barakadan çarpma rezil bir ev buldu, oraya taşındı. Fakat köpeğin mermer sarayını satmadı. Gitti yere de görüdü. Nereye giderse gitsin, ne olursa olsun köpeğinin şanına yakışacak şekilde davranması gerekti. Ancak artık et bulamıyordu. Para da yoktu, iş de. Tefeciden borç para alıp köpeği doyuruyordu. Fakat o da yürümedi. Borçla harçla bir yere kadar. Köpeği besleyemez oldu. Hayvan ete alışmıştı. Başka şey yemiyordu.
Önüne konan ekmeği burun ucuyla koklayıp hırlamaya başlıyordu. Memnun etmek imkansızdı. Hüsrev Ağa’nın canına tak etti. Kendine hizmet etmesi gereken köpeğin kulu kölesi olmuştu adeta. Köpeğin zulmü başkasınayken hava hoştu. Fakat artık kendi sözdü de hayvana geçmez olunca,
“Muhtarı uzun zaman evvel dinleyeceğdim. Ah daş olası gafam” diye söylenmeye başlamıştı. Fakat Bor’un pazarı geçmişti. Ailesini, parasını, çevresindeki herkesi kaybetmişti bu zındık hayvan yüzünden. Artık bir şeyler yapmak gerekti.
MutfAğa gitti. Bulabildiği en büyük satırı kaptı. Kaptığı gibi de köpeğin yanına. “Bitirdin beni hınzır hayvan bitirdin” diye bağırıyordu. Öfkeden delirmiş halde köpeğin üstüne atıldı. Fakat hayvan durur mu? Karşısına aslan koysan tek pençeyle canını alacak. Üstüne üstlük karnı da aç. Hayvan oracıkta parçalayıverdi Hüsrev Ağa’yı.
Günler sonra, kokmaya başlayınca, çevredekilerin şikayetiyle farkettiler cesedi. Cenazesini almaya karısı ve kızları dahi gelmedi. Yalnız muhtar bey ve birkaç mahalle sakini gelmişti cesetten kalan pisliği temizlemeye. Cesedin yanıbaşında duran köpeğe iki el sıkıp oracıkta öldürdüler. Kanlar içindeki Hüsrev Ağa’nın cesedine bakarak muhtar; “Kopeğinen döğüş edinmez Hüsrev Ağa, kopeğinen döğüş edinmez” diyordu.
Hüsrev Ağa, hırsına yenilmiş. Tamah etmiş. Gergin bir hikaye. Acı gerçeklerden belki de…
Kaleminize sağlık…