NEŞE KIRINTILARI

Nesrin Özdem

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı ve yeni bir günün heyecanını hem hissetmek  hem de hissettirmek  için eski güzel günlerini düşünüp dudaklarına bir tebessüm kondurdu. Bunu uzun süredir yapıyordu, neşe kırıntıları serpiştiriyordu yüzüne, sesine, bakışlarına. Kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa geçti. Evin neşe kaynağı Badem’de gerinerek yanına geldi ve masum masum miyavlayarak mamasını istedi. Daha sonra çocuklar teker teker kalktılar yataklarından. Önce evin tek kızı  uyandı annesine yardım etmek için. Daha sonra kardeşler içindeki en nazlı olanı kalktı yatağından, evin babası rolünün verdiği omuzlarındaki ağırlıkla. Said uyandı tıkırtılardan ve hemen iki küçük kardeşini kaldırdı bir abi edasıyla. 

       Son birkaç yıldır hayalini bile kuramayacakları çok haksızlıklar, zulümler yaşamışlardı,yaşamaya da devam ediyorlardı; ama ümitsizliğe hiç kapılmadılar. Hayata hiç küsmediler. Kimse gözyaşını bir diğerine göstermiyordu. Gözyaşının gösterildiği tek kişi anneleriydi. Beraber ağlarlardı anneleriyle ve yine beraber silerlerdi göz yaşlarını. 

     Sanki hiçbir şey yokmuş gibi güle oynaya kahvaltı sofrasını kurdular hep beraber. En çok sevilen patates kızartması almıştı sofrada baş köşeyi. Badem herkesin ayaklarına sürünerek dolaşıyordu masanın altında. Bir yandan kahvaltılarını yapıyorlar, bir yandan da yeni kararlar alıyorlardı; Emir, üniversite sınavı için yoğun bir çalışma programına başlayacaktı. Said, hafızlık eğitiminin son bir ayını tamamlayamamıştı kursu kapatıldığı için, o da evde bitirecekti hafızlığını -nasıl olsa ağabeyi Emir’de hafızdı, ona verecekti ezberlerini.- Ablaları üniversite öğrencisiydi ama şimdi tatil olduğu için annesine yardımcı olacaktı. Henüz ilköğretimde okuyan küçükler ise yazın tadını çıkaracaklardı -babasız nasıl olacaksa.-  Anneleri de öğretmenliği elinden alındıktan sonra, bir hemşirenin bebeğine bakmaya başlanmıştı bir taraftan da elişi yapıp satmaya devam edecekti. Evini geçindirebilmek için. 

      Dertleşmeler, çokça hüzün, biraz gülümseme derken neredeyse bir saat sürdü kahvaltıları. Tüm planlarını uygulamaya  yarın başlayacaklardı. Küçükler bugünü dışarıda geçirmek istiyorlardı, bu sebeple Emir ve Said, kardeşlerini de alarak bisiklet sürmek için çıktılar. Badem, evin en güneş alan odasında, halının üzerinde uykuya dalmıştı bile. 

      Çocuklar çıkalı henüz beş dakika bile geçmeden telefon çaldı. Emir arıyordu ama telefondaki yabancı bir adamın sesiydi. “Telaşlanmayın hanımefendi çocuklarınız bisiklet kazası geçirdiler. Evinizin yakınındaki marketin önündeyiz.” diyordu ses. Nasıl telaşlanmazdı? Kızı koşarak çıktı annesinden önce. Ardından kendisi fırladı evden. Sonra tekrar çaldı telefon. “Hanımefendi ambulans geldi çocukları bindiriyorlar.” diyordu aynı beyefendi. Aman Allah’ım demek ki çok ağır bir kaza geçirmişlerdi. Koşuyordu  ama yol bir türlü bitmek bilmiyordu, dizleri titriyordu, yüzü bembeyaz olmuştu.  Gördü ambulansı. Kalabalık vardı ve birbirlerinden ayrı iki grup halınde toplanmışlardı. Elektrik direğine yaslanmış, eli yüzü kan içinde olan Emir’i gördü önce, ona doğru koşmaya başladı ama Emir “Anne kardeşime bak, beni bırak!” diye sesleniyordu. “Kardeşin mi?” dedi şaşkınlıkla, diğer kalabalığa döndü hemen. Hemşireler yerde kanlar içinde yatan Hüseyin’i sedyeye kaldırmaya çalışıyorlardı. Yüzü parçalanmıştı, her tarafı kandı. Ablaları, kardeşlerinin bu hâlini görünce yere çöküp öylece kaldı. Etraftakiler ona yardımcı olmaya çalıştılar. Hem Emir, hem de Hüseyin ambulansa alındığında kendisi de şoförün yanına oturdu. Titriyordu, ne yapacağını bilmiyordu. Kızını arayıp eve gitmesini, para ve biraz eşya getirmesi gerektiğini söyleyebildi ama kızı tek başına gelemezdi. Birilerini arayıp rica etmeliydi kızını hastaneye getirmeleri için. Telefon elinde birkaç kişiyi arıyordu ama karşı tarafın açtığını bir türlü fark edemiyor ve isteklerini söyleyemiyordu. Aklından geçirdikleriyle dudaklarından dökülenler farklıydı. Ambulansın sireni sanki kalbini delip geçiyordu, gözlerinin önünden Emir’in çaresizliği ve Hüseyin’in kanlar içindeki hâli hiç gitmiyordu. “Kızımı evden alıp hastaneye getirin.” demesi gerekiyordu telefonu açanlara ama “Sen biliyorsun, sen görüyorsun Allah’ım, gücüm kalmadı, sen bizi sensiz bırakma Allah’ım.” demekten başka bir şey söyleyemiyordu. Aradığı kişilerin telefonu açıp açmadıklarının bile farkına varamıyordu. Ramazan ayından 3 gün önce, tam da Emir’in doğum gününde, kendisi gibi öğretmen olan eşi asılsız suçlamalarla gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Ondan 2 gün sonra da kendisi bir hafta süreyle gözaltında tutulmuştu. Çok yorulmuştu, dayanacak gücünün kalmadığını hissediyordu sadece sabretmeye çalışıyordu. Birden ambulans şoförünün sesiyle irkildi. Şoför, “Abla açtılar telefonu ne söyleyeceksen söyle.” diyordu. Bir anda toparladı kendini; çocuklarının kaza geçirdiklerini, bu sebeple kızını evden alıp hastaneye getirmelerini rica etti arkadaşından.

      Acil serviste hangi evladına yetişeceğini şaşırmışti. Emir daha iyiydi ama Hüseyin’in durumu ciddiydi. Diğer çocuklar da gelmişlerdi hastaneye. Kendini bırakmamalıydı, o yıkılırsa hepsi yıkılırdı. Hüseyin’in yüzüne dikiş atmak için hemen bir estetik cerrah geldi ve dışarıda beklemesini söyledi. Diğer çocukları da bahçeye çıkarmıştı arkadaşları. Etrafta kimse yoktu, artık ağlayabilirdi. Bir sandalyeye oturdu ama oturmasıyla bayılması bir oldu. Gücü kalmamıştı artık. 

     Gözlerini açtıgında yanında kızı vardı. Emir’in yaralarını sarmışlardı ve taburcu olabilirdi. Görünen yaraları ıyıleşecekti ama ya görünmeyenler. Hüseyin’in  hastanede kalması gerekiyordu bir süre. 

     Günler günleri kovaladı. Evde ablaları kardeşleriyle ilgilenirken kendisi de Hüseyin’le hastane kalmıştı. Uzun ve yorucu on günün ardından nihayet taburcu oldular. Evine gidip diğer yavrularına kavuşacaktı. En çok da Emir’i merak ediyordu. Nasıl olmuştu acaba. Tam da eve geldikleri gün, babalarının telefonla arayacağı gündü. Haberi yoktu henüz hiçbir şeyden. Haber verecek güçleri de yoktu zaten. 

       Telefon elinde eşinin aramasını sabırsızlıkla bekliyordu. Çocukların hepsi de babalarının sesini duyabilmek için sabırsızlanıyorlardı ve çaldı telefon. Aslında çok yorgundu ama eşine hiçbir şey belli etmemeliydi. Zaten sadece 10 dakika süreleri vardı konuşmak için. Önce kendisi konuştu, iyi olduklarını merak etmemesini söyledi. Çocuklarının her birinin sesini duymak istiyordu hasretle yüreği kavrulan baba. Teker teker konuşmaya başladı hepsiyle ve Emir’ i istedi telefona. Emir önce istemedi. Nasıl “iyiyiz” diyecekti babasına? Sahip çıkamadığını düşünüyordu emanetlerine, kendini suçlu hissediyordu. Kazanın olduğu günden beri, ablası kaç defa,  üzüntüden bayıldığı için acile götürmüştü onu. Yine de aldı telefonu eline.”İyiyim baba sen nasılsın?” diyebildi  yutkunmakta bile zorluk çekerek. Sonra sıra Hüseyin’e geldi. Nasıl olacaktı şimdi? Ağzını bile zor açıyordu, konuşmakta, gülmekte zorluk çekiyordu ama babası onun sesini duymazsa endişelenebilirdi. Dikişlerinin acısını hissede hissede “Nasılsın babacığım?” dedi sadece. Sonra telefonu annesine verdi. O da çok gerekli olmadığı halde birkaç resmî mevzuyu sordu eşine hızlıca ve sonrasında da birbirlerini Allah’a emanet ederek sonlandırdılar görüşmelerini. Derin bir sessizlik çöktü odanın tüm duvarlarına. Kiminin gözyaşı dışarıya, kiminin içeriye aktı dakikalarca. Sonra neşe kırıntıları serpiştirilmiş bir ses böldü sessizliği. 

“Evet yavrularım, akşam yemeğine ne istersiniz?”

You may also like...

1 Response

  1. Canan says:

    Üzülerek ve gergin bir şekilde okudum hikayenizi. Onca çileye rağmen etrafına neşe kırıntıları serpen o annenin önünde saygıyla eğiliyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *