KUYU PERİSİ

Mine  Akdemir

Kederi ve karanlığı siyaha vermişler.

Oysa hiçbir renk masum değil…

Muhtarın, artık sararmış mektubunu tekrar okurken, bir yandan da torunumun pembe patiklerini avucumda evirip çeviriyorum. Ve düşündüğüm şey bu. Ve Şerife Teyze, nâm-ı diğer Kara Şerife’nin çocukluğundan beri içine gömüp, sandıklara kilitleyip anahtarını deryalara attığı sırrı. Yıllar içinde ben ona evlat, o bana ana olduğunda dinlediğim… 

“Çok ufaktım o vakitler. Çocuklar o yaşta aklıyla değil nefsiyle yaşar. Ben de öyleydim zahir. Evimiz a buraydı işte. Bakma sen şimdiki kuruluğuna, o zamanlar yemiş ağaçları, ekili maşaralarımız vardı. Anam rahmetli nenemle dikmişti hepsini. Ta şu derenin yamacına değin yemyeşildi. En güzel oyunlarım o ağaçların gölgesindeydi. Anamın, dallarından çatıp yaptığı çaput bebekler, karınca yuvalarının önüne dizdiğim elma dilimleri, yufka kırıntıları. Ayaklarımı sokmayla başlayıp, iç donuma kadar sırsıklam olduğum, sonra da dayak yediğim derede yüzdürdüğüm yaprak kayıklar, kurbağalar.

Yoğum yoksulumdu ömrümüz. Zati o vakitler daha iyisi var mıydı bilmezdik? Babam, haftanın üç günü süt, yoğurt, tereyağı, yumurta her ne varsa katıra yükler, çevre nahiyelerin pazarına, panayırına götürüp satardı. Maşaralara ektiklerimiz de günlük iaşemiz olurdu. Babam her gelişinde bana basma, pazen entari veya akide şekeri getirirdi oralardan. Gelişini akşama kadar toprak dama çıkar beklerdim. Yağmur, yaş kimin umuruydu ki? Muradıma erdiğimde hepsini döşeğimin altına koyar öyle yatardım.

Babamın meşakkat yüklü omuzlarındaki hoplayıp zıplamalarım, anamın küçük karındaşımı doğurduğunda azalmış, yük arttıkça da kesilmişti. Artık nahiye dönüşleri ganimetler ikiye bölünmüş, sonraları bir ona, bir bana olmuştu. Çocuk aklı, pek zor gelmişti. Karındaşım olmayaydı hepsi benimdi. Hem entariler, şekerler, hem de babamın omzundaki yerim… Keşke ben olmayaydım!…

Ne kötü gündü o? Katırın heybesindeki kefeden sadece bir çift pembe terlik çıktıydı. Benim ayağıma göre değildi, karındaşım içindi. Anam giydirdiydi minik ayaklarına. Pek de güzel olmuştu ama kabullenemedim, beğenmedim, kızdım, örselendim. Renkli, alacası olan her şey beter göründü o günden sonra gözüme. Sabi, ayaklanıp yürümeye başladığında oyunlarıma da ortaktı. Ağaçlarıma, karıncalarıma, çırpı bebeklerime ve daha kötüsü, katırın heybesinde gelene, babamın yüklü omuzlarına…

Oyunlarım bölünürdü anam iş yaparken, elinden tutar bahçeyi boydan boya gezdirirdim, avuturdum karındaşımı, bi de kırık yıkık gönlümü. Benim olan her şey onundu ama o pembe terlikler sadece onundu.”

Kırk sekiz, tam kırk sekiz yıl önce hem hafızama, hem de ruhuma hançer ucuyla kanata kanata yazıldı bu sözler ve devamı… Söyleyene hem merhamet, hem öfke, ne olduğunu tam çözemediğim his, o siyah kadife bohçayla devraldığım mirasın görünmeyen parçası olmuştu.

Ne karmaşık ve enteresan bir duygudur, sevdiğiniz birine öfkenizi merhametinizle örtmeye çalışmak… Mazeretler ararsınız kendinizce ve en kötüsü susarsınız çünkü Şerife Teyze için artık söyleyecek söz, şekerle zakkum arasındaydı ve tükenmişti bende, yararı da yoktu. 

Köyün muhtarından gelen mektubu kim bilir kaç kez okudum yıllarca? Muhtarın, Kara Şerife’nin vefatını haber verdiği ve tek varisi olduğumu bildirdiği mektup. Birkaç ay sonra geçmişti elime mirasım. Hiç evlenmemiş, çoluğa çocuğa karışmamıştı. Anası, babasının ölümünden sonra tek kişilik kabuğunda devam etmişti hayatına. Çocuklardan hiç hazzetmezdi. Bahçeye gelen çocukları, öğrencilerimi kovalardı. Özellikle üzeri betonla kapatılmış bile olsa, o kuyudan. Zaten onlar da Şerife Teyze’ye karşı mesafeliydiler.

Ve ben, o mirasın içinden sadece, siyah kadife bohçaya sarılı birkaç oyasız yemeni, onun elleriyle dokuduğu yün çorabı gönüllüce sahiplenmiştim. Sebebini bilmiyorum ama yanımda olsun istedim. Ondan asıl mirası, yıllar önce zaten yüklenmiştim hatıramda. İkilemde, suskun.Bir o kadar da hâlâ berrak, mahsun hatıramda.

“Ne vakit yanaşsam kuyudan uzak dur, orda Kara Peri var, paçana yapışıp seni aşağı çeker, alıp götürür. Daha da eve koymaz ki gelesin derdi anam. Kuyunun duvarı bir karış ya vardı, ya yoktu. Babam, içi lığlı, pis su diye üzerini ağaçlardan kestiği kalın dallarla örtmüştü. Zaten pek ürkerdim karanlığından, hiç yanaşmazdım. Anam dediydi ya, alır götürür seni diye. O zaman onu da götürsün geçti aklımdan. Öyle de kolay götürmüştü ki, karındaşım kuş gibi hafifti. Çıkardım üzerine, peri hemen aldı onu, hiç ağlamadı, ses etmedi. Sadece bir nefes su şıpırtısı duyduydum o kadar. Pembe terliklerini de yolladım ardından, nasılsa onundu.”

Ben, annemin, babamın, pamuklara sarıp görünmez bir fanus içinde büyüttüğü tek evladı. Yirmili yaşlarımda, Zeyni’sine koşan Feride gibi tam kırk sekiz yıl önce çıkmıştım evimden. Bir yük katarının küçük yolcu vagonunda, hiç bitmeyecekmiş gibi ve köy muhtarının at arabasıyla taşlı toprak yolda savrulup, sarsılarak varmıştım son durağıma.

Yanımda, içini giysilerim, kitaplarım ve gittiğim yere göre pofuduk hayallerimle, yıllar sonra da sevgi ve öfkeyle ya da her ikisini harmanlayıp tıka basa doldurup kendi Zeyni’me doğru ayrıldığım iki bavulumla.

“Artık her şey sadece benimdi. Ağaçlarım, karıncalarım, pazen entarim, akide şekerlerim ve babamın omuzu ama onlar bir daha hiç benim olamadılar. Rengi olan, hele de pembesi olan her ne varsa hiç sevmem. Karalığım hep giydiklerimden bilinir. Hal bu ola ki, içimin darlığından karasındandır. Bir ben biliyorum, bir de Rabbim, hiçbir kula ayan olmadı. Anama babama bile.”

Muhtar, atları çıplak bir bahçe içindeki toprak evin önünde durdurduğunda “Hoca, sana en uygun yer Kara Şerife’nin evidir. Yalnızdır, yaşlıdır. Birbirinize yaren olursunuz” demişti. Lakabının aksine, buğday tenli, yeşil gözlü bir kadın karşılamıştı beni. Lakabına uyan şey, onunla olduğum sürece üstünde başka renk görmediğim her şeyi siyah olan kıyafetiydi. Hissettim, gönülsüzdü ev sahipsizliği. Çaresiz kabullendim ve sığındım bir göz odasına ve uzun süre sonra ben ona evlat, o bana ana olup açtığı hayatına. Ve yıllardır keşke hiç ortak olmasaydım dediğim hayatına. Yine de sevmiştim bu mahzun kadını. O, içinde suskun kalmış çocuğu hep bir köşede tutuyordu zaten. Yargılayamadım. 

You may also like...

2 Responses

  1. Canan says:

    ”…Oysa hiçbir renk masum değil…”
    Çok doğru tesbitiniz. Kardeş olmak, karındaş olmak bir de anne ve babadan aynı sevgiyi görebilmek…
    Kuyu Perisi…Korkuttu beni, ürküttü de…
    Kimseler kuyu perisini görmeye kalkmasın ve duygularıyla da olsa çağırmasın.

  2. Canan says:

    Acılı bir hikaye…Renkler, evet haklısınız…Bazen pembe bir renk siyaha boyuyor her şeyi…
    Sustum.
    Zeyniler’e giden Feride…Hatırlamak güzeldi..
    Elinize sağlık…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *