EN SEVDİĞİMİN HİKAYESİ
Medine Yıldız
Vakti geldi…
Doğmadan güneş anlatmanın.
Karanlıktan bahsetmenin.
En zifirisine ulaşmanın vakti geldi belkide.
En can alıcı yerinden bitmenin,
Nefesin saniye saniye ikilemesinin, uzun yıllar alamayacağını anlamanın.
Vakti geldi kana bulanmanın.
Dibine kadar düşmenin ve yalvarmanın.
Avaz avaz bağırmanın, seslerin bile kısılmasının olduğunca…
Ben bilmem bu hisleri.
Duyduğumdan anlatmanın,
Gördüğümden kanıtlamanın,
Tuttuğumdan bu yemini, bozulmadan.
Vakti geldi yazmanın…
Kalemin kırılmadan çizdiği,
Sönüp gitmeden lambalar,
Daha tazeyken kokusu sayfaların,
En sevdiğimin hikayesini yazmanın vakti geldi şimdi…
Çok umutlu yılların karşılığıydı O…
Eskisini de yenisini de aynı yaşadığı bir kaderi, sürekli içinde hissettiği ama bir türlü
söyleyemediği hikayesi…
Zar zor hatırladığı 5’li yaşların karlı, soğuk bir gününde -zorluktan olsa gerek- evlatlık verildiği halası ile yaşamaya başladığı ve sonrasını hiç unutmayacağı bir hayat hikayesi…
Annesinin de babasınında peşinden çok koştu, onlar köyün arabasına binip hızla giderken…
Daha küçücük elleri annesizligin soğuğuna bile dayanamazken, yolların ve yılların soğukluğu hâlâ giderememişti o gün yaşadıklarını…
Ne olur bırakma beni Anne…!
Ne olur bırakma beni…
Yazdıklarımı tekrar silmekten korktum…
Yaşarken yaşadığım geçmişi unutmaktan.
En çok gidip yaşayamamaktan.
En sevdiklerimi bir daha koklayamamaktan.
Hayallerimde kurduğum ne varsa,
Öldüğüm zaman pişmanlığını yaşamaktan;
ama geri dönemeyeceğimden belki en çok,
Bu hızlı yaşayışlarım…
Konuşamadığımdan, sustuklarım
ve bitiremeyeceğimden galiba yazdıklarım…
“Gel yavrum ağlama” diyen bir el kucakladı onu.
Halası…
O gün çoğu kokudan uzak yaşayacağı ve alışacağı ilk gündü.
Annesinin kokusu yok, odanın, şehrin kokusu yok…
Babasının varlığı pek hissedilmese de adının varlığı bile yok.
Olsaydı, hatırlasaydı da mesafelerin önemi yok.
Çünkü daha 5 yaşındaydı!
Ah ellerim…
Sızlamadı mı o yaşarken bu anıları?
Kapanmadı mı içinin kapıları hızla?
Gitmesine izin vermen gerekirken, içten içe gurbetin…
Sen uzakta kaldın küçük yavru iken.
Sonra gurbetin koynuna sarıldın.
Ben yoktum ama ağladın.
Görmedim ama anlattın tekrar yaşarcasına…
7 yaşına çok geçmeden geldi, zaman bu ya akıp gitmesin mi?
Okula gitmek istedi ama şartlar okumasına o zamanlar izin vermemişti.
Her gün saçlarını tarardı halası.
Örülü saçlarıyla okula gidermiş gibi hazırlanır, kapının önünde oturur öğrencileri izlerdi.
Bazen büyüklerle sınıfa girer, kardeşleri gibi davranır, en azından o heyecanı yaşardı küçük bir defter ve kalem ile.
Heves bu ya, herkes tam giderken o arada giderdi.
Mutluluğunun ise tarifi yok!
Daha da büyüyor yıllarla…
10’lu yaşlarda anlatıyor dağları.
Kışın en soğuk günlerinde, karla birlikte oynar, bir yandan da çalı çırpı toplardı, soba yakmak için.
Herşeyden habersiz erkek gibi yetişir, kendini kollamasını öğrenir, hakkı hukuku ezdirmezdi.
Ağaçlara bile tırmanır, iyi yüzerdi.
Köylerde anlatılır hep;
Suyun olmadığı zamanlar, tek çeşmeden geçinildiği.
Onların evinde ise gaz lambası.
Geceleri halasının anlattığı, bazen ilginç, bazen korkutucu hikayelerle biterdi gün.
Rüyalarda görülür müydü hiç hatırlanmayan Anne…?
Özlenir miydi bilmesede uzaklar, yollar?
Kokusu bir yerden tanıdık gelirmiydi?
“Bu Annem gibi, ona benziyor.” denilebilir miydi merak ediyorum?
Yoklukta biri varmıydı onun için?
Sesini duyduğu ama unuttuğu, hafızada kalır mıydı?
Aynada görür müydü tenini benzettiğini?
Üzülür ağlar mıydı günlerce?
12 13 derken…
Dışarda fark ettiği bir tuhaflık ;
Bir dakika, neden herkes annesine “Anne” diyor da, ben anneme “Hala” diyorum?
Yıllarca hep “Halacım” diye seslenmişti çünkü halası.
Öyle öğrenmiş ve sorma ihtiyacı duymamıştı o güne kadar.
Yine saçları taranırken,
“Hala, neden ben sana Anne demiyorum?”
yürek yakan bi soruydu.
İçten, derin bir nefes alıp anlatmaya başladı yaşlı halası.
“Kızım aslında senin bir annen ve baban var,
hatta kardeşlerin de…
Benim kimsem yok diye, sen küçükken seni bana verdiler…”
Sessizlik…
Sonra düşünceler…
Onlar olsa bile, sadece meraktandı şehirleri hayal etmek.
Annesinin babasının yüzünü,
Nasıl bir ailesi olduğunu…
Güneş yine dağların ardına saklanıyor.
Bugünde bitecek ama tek başına.
Köylü bir kız çocuğu olarak anacak seni toprak.
Gözü yaşlı olanlar cennete mi giderdi?
Canı en cok küçükken yanan,
Yoksulluğun da yokluğunu yaşayan,
Bir tek annesi olsa, derdi şarkılar,
Ona hiç bişey olmaz!
Büyüdükçe karşılaşılan zorluklar, tabiki onada buyur edilmişti…
Annesi ve babası yıllar sonra almaya gelmişti onu, genç kız olunca.
Sadece tatil…
Yoksa halası onun herşeyiydi.
Onsuz yaşamak mı?
Düşünmek bile korkutuyordu.
“Merak etme halam, sadece gidip geri döneceğim bu kadar, ağlamana hiç gerek yok.”
Niye abartmıştı ki?
Geri dönecekti yurduna.
“Kızım onlar senin ailen.
Kalırsan da gücenmem…”
Kızgınlığını saklayamayıp “O nasıl söz, tabiki de geri döneceğim, benim evimde sensin, yuvamda sensin!”
Ağlayarak vedalaştılar…
…….
Gitti ama hissedemiyordu…
Şehir böyle kalabalık, böyle tuhaf, böyle yabancı mı?
Ailesi öyle kalabalık…
Abileri, ablaları
ama onlarda yabancı…
Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi
ama en zorlusu ona aitti.
Duramazdı buralarda…
Küçükken ihtiyaç duyduğu şefkati, büyüyünce veremezlerdi.
Ara ara gidip geldi.
Geri döndü köyüne.
Hasret, sabrını bitirdi gurbetin…
Ben yaşadım, sen yaşama oğlum.
Acılarımı ne paylaşayım, ne de anlatayım.
Yavrum o benim, garip kalmasın uzaklarda.
Ağlamasın geceleri.
Uyku tutmadığı zaman kimseyi suçlamasın.
Ana kucağı gibi gelsin isterdim yollar.
Ben yaşadım ama sen yaşama kızım.
Yeter ki ağlama…
“Evlenme vakti” diyorlar.
Olsun, zorluklar olacak ama kadere razı olmak gerek.
Köyün edepli, ahlâklı olanı…
İçten içe az da olsa sevdiği.
Onun için dua ettiği.
Sonradan “Çok şükür ki o oldu” dediği.
Kaderinin en güzel yanı.
Dertlerini unutamadığı olsada iyi geleceği biri…
Devam edecek…
Ne çok gurbet var içinde bu hikayenin. Sanki bir ney inliyor, ayrılıklar dan şikayeti…
Elinize sağlık