BİR SONBAHAR HATIRASI

ESRA DOLUNAY

Geniş bir caddenin kenarında uzanmış rengarenk ağaçların altından geçerken basmaya kıyamayacağım canlılıkta sonbahar yapraklarına bakıyorum. Zaman zaman bu renklerin yapay geldiği ağaçların birinden alev kırmızısı bir yaprak önüme düşüyor. Ve beni o güne götürüyor. 

O günlerde de yapraklar dökülüyordu. Daha az parlak, daha az renkli ama daha gerçek yapraklar…

İstasyondaki yaprakları rüzgar bir yöne savururken, ters yönden gelen bir tren öteki tarafa savuruyordu. Trenlerden kalkış vakti gelen ağır ağır hareket ediyor ve iki dakika sonra aniden hızlanıp gözden kayboluyordu. Ben kalkış saatlerini gösteren kırmızı tabelanın önündeki bankta oturmuş kendi trenimi bekliyordum. Hızla geçen başka bir trenin camlarından yansıyan güneş bir anda gözüme çarpmış ve bir kaç saniyeliğine etrafı beyaza bürümüştü. Gözlerimi ovuşturup saate baktım. Görüntü nihayet netleşince benim tren saatinin geldiğini anladım. Çok geçmeden uzaktan bir uğultu daha duyuldu ve büyük bir gürültü halinde önümde durdu. İnsanlar koşarak trene yetişmeye çalışıyordu. Acelem yoktu zaten koltuk numaram belliydi. Üstelik karşılıklı bakan dörtlü koltuktan birini seçmiştim. Daha geniş olması ve ortada masasının bulunması dörtlü koltukları bana hep daha samimi hissettirirdi. Ayrıca kitap okumak ya da yazı yazmak ya da atıştırmak için de ideal bir yerdi. Tabi bu koltukları genelde çocuklarıyla rahatça seyahat etmek isteyen geniş aileler tercih ederdi. Yani gürültülü bir yolculuk geçirme ihtimalim yüksekti. Ama o zamanlarda sanırım insanları severdim ve trendeki her bir insanı yazılmamış bir kitap gibi görürdüm. 

Cam kenarında oturuyordum. Önümdeki bana bakan iki koltuk boştu. Yanıma ise bir üniversite öğrencisi oturmuştu. Selam verip kısa bir muhabbetten sonra kitabımı açıp okumaya başlamıştım. 

“…ama hata yapma ya da başkalarını mutsuz etme kastı olmadan da hata yapılabilir ve üzüntü verilebilir. Düşüncesizlik, başka insanların duygularına karşı dikkatsizlik, kararsızlık da aynı işi görür. “1

Tren hareket etmek üzereyken önümdeki koltuğa iki kişi oturdu. Bir konu hakkında uzun uzun konuştukları kesindi. Arada bir telefondan birbirlerine bir şey gösteriyorlardı. Birbirleriyle öyle bir koyu muhabbete dalmışlardı ki onlardan biri önüme yayılmış kocaman ayaklarını toplama zahmeti göstermiyordu. Kitabıma odaklanmayı denedim. 

“Benim gerçekten sevdiğim insanlar azdır, beğendiklerim ise büsbütün az. Dünyayı görüp tanıdıkça hoşnutsuzluğum artıyor. ”2

Tren ışıltılı bir gölün yanından geçiyordu. Gölün etrafı ise ormanla kaplıydı. Yeşil çam ormanları… Bu güzel manzaradan gözlerim yine önüme doğru uzanmış koca ayaklara kaydı. Artık dayanamayacaktım. O koca ayaklar yayıldıkça içimden öfkeyle sayıyordum. “Ne kaba insanlar var, üstelik karşısında biri otururken geniş geniş yayılmak da ne! İnsanın biraz karşısında oturana saygısı olur! Nerden seçtim bu dörtlü koltuğu!”

Son cümlem ise sertçe dışarı fırlamıştı. “Ayağınızı toplar mısınız!”

Adam umursamaz şekilde hatta ben yokmuşum gibi yanındaki arkadaşıyla konuşmaya devam ediyordu. Tren gürültüyle bir dönemeci geçiyordu. Daha sesli tekrarladım. “Ayağınızı toplar mısınız artık!”

Karşımdaki yüz sesin geldiği yönde birini arıyor gibi bana doğru döndü. Gözleri boşlukta tedirgin halde geziniyordu. Aniden bu sonsuz boşlukta bulmuştum kendimi. Gözlerindeki karanlık bana kendi karanlığımı göstermişti. Düştüm ve düştükçe küçüldüm. Sonra da gözden kayboldum. 

Ayaklarını aceleyle önüne topladı. Defalarca özür diledi. Karşısında birinin oturduğunu bilmiyordu. Arkadaşıyla beraber telefonda sesli haberleri dinliyorlar ve ara ara trenin nerede olduğunu sesli takip programıyla takip ediyorlardı. Tren köşeyi dönerken çıkan gürültüden uyarımı da duymamıştı. Muhtemelen dörtlü koltukta oturduğunu da bilmiyordu. Dışarıdaki muazzam manzaraları da… Beyaz bastonunu koltuğunun yanına katlayıp sıkıştırmıştı. 

Ben “Önemli değil” derken, koltuğumda kaybolmuştum. Camdan yansıyan kendimi görmek istemiyordum. Önyargıyı tozlu bir gözlük gibi yüzümde taşıyordum ve karanlığımın farkında değildim. Onlar ise sonsuz beyaz bir ışığın içinde yaşayanlardı. 

Tren son durağa yaklaşmıştı. Önümde oturanlar iyi günler dileyerek trenden çıktılar. Ben ise içimdeki karanlığı daha fazla insanın görmemesi için ağırdan almıştım. Trenden inenler istasyonda sağa sola dağıldılar. İki beyaz baston ise önümden geçip gitmişti. 

Hafif bir rüzgar esiyor. Bu canlı ve renkli yaprakları konfeti gibi başımdan aşağı döküyor. Bu rüzgar beni yeniden bir kartpostal görünümündeki caddeye döndürüyor. Kilise papazını görüyorum. Birine yolu tarif ediyor. Yolu tarif ettiği kişi köşeyi dönüp beyaz bastonuyla gözden kayboluyor. 

*1-2 Jane Austen “Gurur ve Önyargı”

You may also like...

2 Responses

  1. Zeynep Gür says:

    Tebrik ediyorum sevgili Esranur Dolunay. Insanoğlunun bir körlüğüne ışık tuttuğun için ve bunu naifçe ve Esraca yaptığın için teşekkür ederim.

  2. Canan Duyuş says:

    “Önyargıyı tozlu bir gözlük gibi yüzümde taşıyordum.”
    Ah hangimizde yok ki bu tozlu gözlüklerden? Hem de tozu önyargı olan! Nasıl aktı hikaye okurken nasıl heyecanlandım. Sizinle beraber ben de küçüldüm o anda. Zordur gerçekten yükselen sesi kısmak, ağızdan çıkan kelimeleri geri çağırmak…
    Kaleminize sağlık Esra hocam. Sevgiler…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *